Ölüm Üzerine Düşünceler (VII)
Derviş Aydın Akkoç
Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
(Edip Cansever)


Kaçışı imkânsız olan ölümü “öte dünya”ya ilişkin teolojik söylemlerle teskin etmek önünde sonunda hayatta kalmaya, hayatı daha katlanılır bir şekilde sürdürmeye yönelik bir eğilim. İnsanın sonlu bir varoluşa sahip olmasının yarattığı sızıların teselliye muhtaç olması anlaşılırdır: Er ya da geç göçülüp gidilecektir. Ne var ki, teolojik ve hatta politik söylemlerin teselli tarzları ölümle yüzleşme değil, çoğun onu perdeleme, ideolojinin suyunda bulandırma işlevi görür. Ölüm bin yoldan gizlenir, sisli puslu hale getirilir. Ölümün karartılması, sıradanlaşması hayatın da karartıldığı, sıradanlaştığı anlamına gelir. Öte yandan, ölümden duyulan korkunun ardında yahut yanında yöresinde hayattan duyulan bir korku da vardır, bilhassa egemenlerin duyduğu bir korkudur bu. Yoğunlaştığında hayata yönelik kesif bir nefrete dönüşen bu korkunun tezahürleri için fazla uzağa gitmeye gerek yok üstelik: toplama kampları, savaşlar, asit kuyuları, buzdolaplarında bekletilen topraksız cesetler, toplu mezarlar... Hayattaki genel kabalaşmaya koşut olarak ölünün ve ölüm mefhumunun da neredeyse hiçbir inceliği kalmamıştır artık. Ölüm karşısındaki tüm bu saygısızlıkların ardında hayata karşı derin bir nefret, arkaik bir düşmanlık uğuldar, bela kabilinden, henüz şifasız... 

***

Bununla birlikte, “ölüm sonrası”na dair fantezi ve mitler etrafında yığılmış tüm “düşler” ütopik dürtünün menzilindedir. Sadece yüksek kalibredeki göksel yaratımlar değil, yitik cenazesini kendi elleriyle toprağa gömmek isteyen bir yakının feryatları, sevilen kişiden birkaç kemik bulmak için gökyüzüne kaldırılan avuçlardaki sessiz sözler de dahildir bu menzile. Acıdan çarpılmış gövdelerde, beklemekten nasır tutmuş dualı avuçlarda, tüm o kapkara sokaklarda da ütopik dürtünün rüzgârları eser. Geceden, demek korkudan ve ürpermeden olduğu kadar gündüzden, demek daha yüksek bir yaşam isteğinden, bazen bir ölünün hak ettiği şekilde gömülmesinden de el alır ve kendi usulünce siyasallaşır bu düşler. Bu düşlere, bu düşleri ete kemiğe bürüyen arzu imgelerine, bu imgelerdeki sessizlik bölgelerine bakmak gerekir. Zira Foucault’dan beri bilinir, esas olan konuşmalar değil, sessizliktir; sessizliğin çıkardığı sesler, bu seslerin duyurmak istediği bastırılmış, kıymetten düşürülmüş anlamlar ve bu anlamlara tutunmuş türlü arzular, yas istekleri...

***

Ama ölüm gibi güçlü bir son karşısında yolu şaşırmak işten değildir, Ernst Bloch “diyalektik-materyalist idrak” üzerinde durur: Bu kavrayışa göre mevcut dünyanın bir “ötesi” yoktur, fakat “bu dünyada sınır da yoktur”, dolayısıyla “ölümü aşan arzu imgeleri ve ritüellerindeki” umut nüveleri de, ister dinin ister sanatın tarlasında boy atmış olsun, diyalektik idrakin eleştirel sahasına dahildir. Ölüm ve sonrasına dair arzuların ve fantezilerin haritası çıkarılmak istendiğinde, hareket noktası olarak gerçek dünya bir kez temel alındığında: “diyalektik idrak” istikametleri, sapmaları, çizgileri, kesilmeleri ve süreklilikleri ölçüt alır. Burada maksat göksel olanı paçasından tutup yeryüzüne indirmek, arzunun somut temellerini ve içeriklerini görünür kılmaktır. İçinde Marx’ın da yaşadığı 19. yüzyılda “Göklere saçılmış hazineleri yeryüzüne kazandırmak gerekir” diyordu Feuerbach, ama Feuerbach’ta “yeryüzü”nden kasıt kısmen soyut bir “insan yüreği” idi: İnsanın zaman içinde Tanrı’ya yansıttığı kendi melekelerini, kuvvetlerini Tanrı’dan geri almak ve onları ait oldukları yere, insan yüreğine yeniden nakışlamak ve böylece ezeli yabancılaşmaya bir son vermek, lekelenmiş sevgiye nihayet dünyada bir yer açmak. Gelgelelim işinin ehli burjuvazi, yetenekli girişimci beyefendi ve hanımefendiler de gözlerini dikmişlerdir bu semavi hazinelere: Ama onlar gökyüzüne saçılmış hazineleri insan yüreğine değil, cüzdana indirmek, bir yağma hukukuyla nakit paraya çevirmek üzere kolları sıvamışlardır; hâlâ da sürmektedir bu uğursuz süreç...

***

Modern dünyanın ortaya çıkışıyla ölüm düşüncesi de ölüme ilişkin duygular da dönüşüme uğramıştır. Modern kapitalist dünyanın “ölmekten konuşmamak” ilkesinin temelinde onu hayattan silme, olabildiğince öteleme isteği yatar, Ernst Bloch’tan:

“Sona dair korkuyu nasıl savuşturur insan? (...) Her saat çalışında mezara biraz daha yaklaşıyorsunuzdur. Fakat mezara dikilen bakış başka yerlere kayar veya yapay biçimde miyoplaştırılır. (...) Ölüm hatırlatılmamalıdır, ucuz imgeler iteler onu. (...) İnsanlar gitgide azalan yıllarını saymaya hiçbir zaman meraklı olmamışlardı, şimdiyse burjuvaca günü yaşayan kişiyi, başka şeylerin yanı sıra, asla sona bakmamaya teşvik ediyorlar. Böylece her şey kırmızı yanaklı bir başlangıca istif ediliyor, geçtiyse de o fasıl, sahte bir gençliğin yüzü boyanıyordur. Ölmeyi ötelerde bir yerlere itiyorlar, yaşadıklarından memnun oldukları için değil bu iteleme (...) tek arzulanan onu hiç duymamak ve görmemektir, son gelip çatsa bile.”[1] 

Ucuz imgeler yahut klişelerle ölümün hiçbir surette hatırlatılmadığı, yapay ölümsüzlük ambalajları kullanılarak yaydığı korkuların defedilmeye çalışıldığı, ancak makyajlarla al yanaklı bir gençlik imajı verilen bir dünya: böylesi bir dünyada mezara dikilen bakışlar başka alanlara kaydırılır; sözümona ölümsüzlük şerbetine batırılmış metaların, sonsuz ürünlerin, hazların, iktidarın, şöhretin ve itibarın, vitrinlerin, ışıkların hüküm sürdüğü alanlara...

***

Modern dünyada arzulanan yegâne şey ölümün hiçbir surette duyulmadığı, hissedilmediği bir varoluş; bu varoluşta mezarlıklara, kımıl kımıl solucanlara, çürümeye, karanlığa, dağılmaya yer yoktur. Ama Bloch’un işaret ettiği üzere geçiştirilen son mutlaka gelip kapılara dayanır, miyoplaştırılmış bakış ürkerek de olsa oraya, mezarlığa da yönelir. Öte yandan, Ernst Bloch’un mezarlık vurgusunda salt kapitalizm değil, onu da yörüngesine alan ontolojik, hatta belki kozmolojik bir çizgi de var. Bloch’un mezarlığa davetiye çıkarması ütopik anti-ölümün “to be or not to be” ile bağlantılı veçhelerini gün yüzüne çıkarmak için de: “Dünya bir tiyatro sahnesidir” diyen Shakespeare’in ancak mezarlıklarda çın çın kahkahalar atan, melankolisi çözülen, ölülerle şen şakrak konuşan, mezar kazıcılara çatan Hamlet’i bu davette seyredilecek baş kişilerden biri...

[1] Ernst Bloch, Umut İlkesi, Cilt 2, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 489-90.