"İnsanlığın Hikâyesi Değişmek Zorunda ve Onu Biz Değiştireceğiz"

Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in katledilmesinin üzerinden on altı yıl geçti. Sebat Apartmanı’nın önünde bu yılki anma konuşmasını Emin Alper yaptı. Konuşmanın tam metnine yer veriyoruz.

***

Merhaba sevgili dostlar,

Bugün tam on altı sene oldu. Yine içimiz buruk, yine adaletin tam manasıyla tecelli etmediğine inanarak ve o katilleri yaratan karanlığın hiç dağılmadığını, belki de daha da koyulaştığını bilerek yine burada, onun gövdesinin ebedi olarak sessizce uzanıp kaldığı kaldırımda toplandık.

Hrant Dink’in katledilişinin üzerinden tam on altı sene geçti. Osmanbey kaldırımlarında yatan dostumuzun yarasından hâlâ kan sızıyor. İçe doğru birbirine dönmüş iki ayağının arasından incecik akan kan kendisine bir yol arıyor. Gündelik telaşları içinde koşturan bir insan kalabalığının arasından, ardından ağlayan öfkeli dostlarının yanından, adalet arayışına duvar olmuş mahkeme kapılarının altından, nefret ve hınç dolu kışkırtıcıların akşamları huzur içinde döndükleri evlerinin önünden, Kamp Armen’in yıkıntıları arasından doğduğu Malatya’ya, Anadolu topraklarında kendine bir yol arıyor.

Bu incecik sızıntı kendi yolunu bulacak. Hrant’ın kanı Mustafa Suphi ve arkadaşlarının bindirildikleri takadan, Sabahattin Ali’nin kırık gözlük camından, Musa Anter’in ak saçlarının arasından, 1915’te Anadolu’nun her karış toprağından, 38’de Dersim dağlarından, 55’te İstanbul’un kırık vitrin camlarından, Maraş’tan ve Sivas’tan sızan kan yollarıyla buluşacak. Yıllardır bu topraklarda sadece Ermeni, Rum, Kürt ve Alevi olduğu için, azınlık olduğu için katledilen masumların, sadece eşitlik ve kardeşlik istediği için öldürülen aydınların kanı birbirine kavuşuyor ve kendine akacak bir yol arıyor.

Bu yolları görenler “ne çok kan akmış” diyorlar. Oysa onların sayısı ne kadar azdı. Sayıları azdı ama kanları çok aktı. Çünkü az olmak bu topraklarda zulüm görmek için hep yeterli bir nedendi. Az olan sadece az olduğu için çoğunluğun gazabını üzerine çekti. Azınlıkta olan çoğunlukta olana varoluşuyla “çoksun, güçlüsün ve kendini haklı sanıyorsun, ama beni hâlâ kendine benzetemedin” dedi “ve ben var olduğum sürece hükümranlığın tam ve kusursuz olamayacak”. İşte bu yüzden çoğunluk azınlıktan nefret etti. Onu görünmez kılmak, susturmak, sürmek, kaçırmak, tümüyle yok etmek istedi.  

Çoğunluk başına gelen felaketlerden kendisinin sorumlu tutulmasından hiç hoşlanmadı. Çoğunluğun yanlış yapması mümkün olmadığından onun başına gelen felaketlerin sebebi hep azınlıkta olandı. Azınlık tehdit demekti. Düşmanların gizli ya da açık ortağıydı. Onlar kuyrukluydu, onların kestiği et yenmezdi, onlardan hastalık bulaşırdı, çocuklarımızı kaçırıp dilenci yaparlardı, birlik ve beraberliğimize kastedenler, ülkemizi dışarıya şikâyet edenler, toprağımızda gözü olanlar, bölücüler, ajanlar, hainler ve işbirlikçilerdi onlar.

Çoğunluk azınlığı ortadan kaldırmak istedi çünkü azınlık korunmasızdı. İnsanlık gerçek hedefine yöneltemediği hınç, kıskançlık, öfke ve nefretini en savunmasız olana yöneltmeyi severdi. İnsanlık patronuna, kendisine hükmeden iktidara, onu ezen güçlüye, hayatın zorluklarına ve felaketlere karşı ne kadar sessiz, kaderci ve korkaksa günah keçisi ilan ettiği azınlığa karşı o kadar gaddardı. Çünkü içten içe biliyordu ki asıl hedefine yönelecek öfkenin bedeli vardı, oysa ki korunmasız bir azınlığa yönelen şiddet cezasız kalacaktı. Ve muktedirler…  Onlar da sırf aşağıdakilerin öfkesi kendilerine yönelmesin diye çoğunluğu hayalî düşmanlara karşı kışkırttı. Muktedirler organize etti, yönlendirdi, cesaretlendirdi ve faillere cezasız kalacaklarının sözünü verdi.

Bu hikâye sadece bu topraklara özgü değil, insanlığa mahsus bir hikâyeydi. Yıkımlar, trajediler, sürgünler, göçler, katliamlar ve soykırımlar dünyanın hemen her coğrafyasında modern tarihin her döneminde tekrar tekrar sahnelendi. Evet, çoğunluk azınlıktan nefret etti. Ama en çok da azınlık adına konuşan elebaşlarından; azınlık adına bir parya gibi değil, eşit ve özgür birer vatandaş gibi yaşama hakkını talep edenlerden, kendilerine karşı işlenen suçları faillerinin suratlarına karşı teker teker sayıp dökmekten çekinmeyenlerden nefret etti. İşte Hrant Dink de tarihin o uslanmaz elebaşlarından biriydi. Ona tahammül etmeleri mümkün değildi; çünkü o kışkırtıcı olmadan sert ve dürüst konuşabilen, düşmanlaşmadan düşmanlığı yeren, kavgacı olmadan tavizsiz, cesur olmak dışında bir varoluş bilmediği için cesur olan, bağırmadan sarsan, ulaştığı her yüreği titreten bir sesti. O sadece Ermeniler adına değil, bütün ezilmişler ve sessizleştirilmişler adına mücadele veren bir sosyalistti. Kirkör Zohrabların soyundan geliyordu o. Bu sese tahammül etmeleri mümkün değildi. (Ve çoğunluğun hassasiyetleri adına suç işleyenler el birliğiyle onu on altı yıl önce burada katletti.)

İnsanlığın hikâyesi böyle başladı ve böyle süregeldi ama asla böyle bitmek zorunda değil. Bu hikâyeyi değiştirebiliriz ve değiştirmek zorundayız. Eğer adalet arıyorsak, Hrant’ı öldürenlerin, sadece tetikçilerin değil, azmettiricilerin, sadece azmettiricilerin değil, kışkırtıcıların, hedef gösterenlerin, düşmanlık ve nefret aşılayanların cezalandırılmasını istiyorsak; yalnız Hrant’ın değil, bu topraklarda katledilmiş binlerce masumun kanı hâlâ aramızda dolaşıyor (ve akacak bir yol arıyorsa) bu hikâyeyi değiştirmek zorundayız. Bu hikâyeyi yeniden yazmak için bir araya gelmek, çoğunluğun ve iktidarın şiddetine karşı omuz omuza, dayanışma içinde yan yana durmak zorundayız. Çünkü dayanışma içindeki insan savunmasız değildir. Kocası ya da sevgilisi tarafından hunharca öldürülen kadın yalnız değilse, linçe uğrayan Kürt ya da Suriyeli, katledilen Ermeni, ayrımcılığa maruz kalan Roman, istediği hayatı istediği gibi yaşama hakkı elinden alınan LGBTİ bireyler yalnız değilse, o zaman savunmasız da değiliz. Birimize ve hepimize yönelecek şiddetin hesabını sormaya hazırız.  

İnsanlığın hikâyesi değişmek zorunda ve onu biz değiştireceğiz. Çünkü Hrant’a bir söz verdik. Önce dayanışarak ve yan yana durarak, sonra da çoğunluğa seslenerek değiştireceğiz. Ona “sen bizsiz değil bizimle birlikte mutlusun” diyerek. Biz sana nefret duyan ötekin değil, seni çoğaltan zenginliğiz. Nefretin sadece bizi değil, seni de bitiriyor. Güçlünün zayıfı ezdiği, insan onurunun ayaklar altına alındığı, sömürü ve ayrımcılığa dayalı bu sistemi biz kurmadık ama onu hep birlikte alaşağı edebiliriz. Karşında düşman değil, dost var. Her sabah uyandığında karşında kardeşini göreceksin. Sırtını ona yaslayacak ve acıdan, kandan, sömürüden beslenen muktedirlere, kendi çarkları dönsün diye düşmanlaştıranlara, koltuklarını korumak için masum insanları birbirlerine karşı kışkırtanlara “dur” diyeceksin. Birlikte yaşamak, nefreti bu toprakların dibine gömmek imkânsız değil.

Osmanbey kaldırımlarından Hozat’a, Hozat’tan Sason’a, Sason’dan Van’a, Diyarbakır’a uzanan kan yolları ufuklar boyu uzanıp gidiyor. Gün gelecek bu yolların köşe başlarına anıtlar dikeceğiz. Her bir kurbanın hikâyesini öğrenip hepsi için ayrı ayrı yas tutacağız. İnsanlığın hikâyesini böyle değiştireceğiz. Çünkü biz Hrant’ın arkadaşlarıyız ve ona bir söz verdik. Bu söz hep birlikte eşit, insanca ve özgürce yaşama sözü. O sözü bugün kendimize bir kez daha hatırlatmak için buradayız. Hep bir ağızdan “faşizme inat Kardeşimsin Hrant” demek için buradayız. Yarın nasıl hep bir ağızdan kadın, Alevi, Kürt, gey ye da trans olacaksak, bugün de övünçle, gururla ve inatla hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz diye haykırmak için buradayız. Tarih yazan kalemleri katillerin elinden almak, kardeşliğin hikâyesini birlikte yazmak için buradayız.

O halde bir kez daha, yeniden ve hep bir ağızdan: “Faşizme inat Kardeşimsin Hrant”.