Hafıza Sahasındaki Hrant Dink

Hrant Dink de bir hafıza meselesi artık. Ama onu orada bırakamayız.

Ümit Kıvanç’ın Hafıza Yetersiz videosu Hrant Dink’i kamusal alanda yaptığı konuşmalarla hatırlamamızı sağlıyor. Bu kamusal alan, bazen bir televizyon programı, bazen bir konferans, panel ya da söyleşidir. Hrant Dink’in kiminin dünya görüşü ona yakın, kimininki uzak yurttaşlarına seslenişleri. Her bir kayıtta, onun insanı sarsan belagatiyle memleket ve dünya ahvalinin en karmaşık meselelerini, hakiki duygulardan, zamanları aşan bir bilinçten ve sarsılmaz bir insancıllıktan mürekkep bakış açısıyla nasıl ele aldığını görüyoruz. Bilmediğimiz şey değil ama on yedi yıl geçti, Hafıza Yetersiz gibi bir çalışmaya gerek duyulduğuna göre, hatırlamaya ihtiyacımız var demektir. Hafıza gerçekten yetersiz, hele o gün doğan çocukların bugün on yedi yaşında olduğunu hesaba katınca.

Özgür Sevgi Göral’ın Yaramız Derindir: Hafıza Sahası ve Sömürgeci Afazi[1] kitabında kullandığı tabirle söylersek bir “hafıza militanı” oldu Hrant Dink –asla salt buna indirgenemese de. Özellikle Agos’u kurduğu 1996’dan katledildiği 2007’ye –hepi topu on yıl dokuz ay, kim inanır!–  gazeteciliği, yazarlığı, siyasal ve tarihsel tartışmalara müdahaleleriyle inkâr edilenlere, unutturulmak ya da sessizleştirilmek istenenlere karşılık dünün meselelerinin bugünle ve yarınlarla bağını kurdu. Yüzleşmeyi yalnızca bir adalet ve hesaplaşma meselesi olarak değil, güncel ve müstakbel sorunların çözümü için kurucu bir çaba olarak önemsedi. Geçmişin geride kalmadığını, bugünde yaşadığını, bizleri öyle veya böyle etkilediğini kanlı canlı örnekleriyle anlattı, bizi bize hatırlattı.

Agos’un ilk yıllarında en çok ilgi gören bölüm, Anadolu’daki Ermeni yerleşimlerinin nüfusunu, yöredeki okul ve kiliselerin sayısını, ahalinin geçim kaynaklarını aktaran köşeydi.[2] Bu, soykırımın adını vermeden, keskin siyasi tartışmaların mayınlı arazilerinden sakınarak, “Bakın, vardık, yaşadık, şimdi ise yokuz,” demenin bir yoluydu. 1990’lı yıllarda Ermenilerin henüz meseleleri adıyla sanıyla tartışacak dilsel araçları yoktu. Taner Akçamların, Ayşe Nur ve Ragıp Zarakoluların, İHD Ayrımcılığa Karşı Komisyon’un yapıp ettiklerinin açtığı yolda ürkek ürkek de olsa muratlarını anlatmanın yollarını arıyorlardı. Agos da, yine kurucusu olup birkaç yıl sonra arkadaşlarından müsaade isteyerek ayrıldığı Aras Yayıncılık da o yoldaki çabaların meyvesidir.

Hrant Dink’in, oralardan, 2004’te Sabiha Gökçen’in bir soykırım yetimi olduğu haberine, oradan TCK 301’den ceza almasına neden olan makalesinin temel vurgusu olan “Türkler ve Ermeniler birer hastalıktan mustaripler ve bu hastalığın ilacı ancak birbirleriyle kuracakları sağlıklı bağlar olabilir” tezine, oradan 1915’te yaşananın onun için şüphesiz bir soykırım olduğu “ikrarına”[3] varışına bakarsak, onun önemsediği, tartışmak üzere yol açmaya çalıştığı bütün meselelerin hafızayla, geçmişle ama illa ki gelecekle de ilgili olduğu görülür. Onun için sorun sadece düne dair hakikatlerin kabulü değil, Türkiye’de kırılgan –o zamanlar henüz, hâlâ– demokrasimizin gelişerek, gelecekte eşit ve adil koşullar altında, hiçbir grubu geride bırakmayan bir “birarada yaşarlığı” kurabilmemizdi. Hafıza sahası bunu mümkün kıldığı için hayatiydi ve oradaki olumlu adımlardan güç alarak Türklerle Ermenilerin başka ülkelerin çıkar hesaplarından azade, aracısız konuşmasının Ermenistan’daki ve diasporadaki Ermenilere de iyi geleceğini görebiliyordu. Bu yüzden yanlış iliklenen ilk düğmenin açılıp yeniden iliklenmesi gerektiğini savunuyordu. Ki, iki yakamız bir araya gelebilsin.

Mağduriyet karşısında adalet istemenin bıçak sırtı bir yanı var. Sizi o mağduriyetten ibaret kılabilir, kimliğinizi bütünüyle başınıza gelenler etrafında örmenize ya da öyle algılanmanıza yol açabilir. Hrant Dink’se sadece kendi mağduriyetinin değil, çağının tüm mağduriyetlerinin derdinin taşıyıcısıydı. Onun daha çok Ermeni meselesi etrafında söyleyip eylemesi belki de her şeyden çok, bu konuyu kaynağından gelerek konuşabilecek çok az insan kalmasındandı, kendi tercihi değil, aslında bizatihi soykırımın bir sonucuydu. Yürüdüğü tekinsiz yolların farkında olarak diyaloğun, dolayısıyla politikanın alanını genişletmenin muradındaydı. Bu nedenle farklı toplum kesimleriyle temas etmeye, onların duygularına hitap etmeye çalışıyordu.

Görüntüsünü gözünüzün önüne getirin. Jest ve mimiklerle, el hareketleriyle, yükselen, alçalan, coşkuyla alevlenen ya da kederle titreyen bir ses tonuyla kendini anlatmaya, anlatmaya, anlatmaya çalışan bir insan. Anlatmaya çalışıyordu, çünkü anlaşılmasının zor –imkânsız dememek için– olduğunu biliyordu. Çünkü yaşadığı iklimi tanıyordu. Türklerin kahir ekseriyetinin geçmişi, bilmemekten mi, unutmaktan mı, pragmatizmden mi inkâr ettiği üzerine epeyce zihin jimnastiği yapabiliriz. Burada, hafıza alanında çokça söylendiği gibi amnezinin mi, Özgür Sevgi Göral’ın ortaya koyduğu gibi afazinin mi, yoksa başka nedenlerin mi rol oynadığını düşünürdü acaba? Bilmiyorum. Bildiğim, belki de yoksul çocukların kaldığı bir Protestan yetimhanesinde büyümesinden ötürü ona yakıştırdığım, İsa’nın babasına, “Baba, onları bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar” seslenişindeki ruhu özümseyerek, anlatmayı, ne pahasına olursa olsun anlatmayı kendine görev biçtiğidir. Ne yazık ki, sonu da İsa’nınkinden farklı olmadı. Ömrünün sonunda babasına, “Eli, Eli, lama sabakhtani?” diye seslendiğini dahi hayal etmek güç değil.

Hafıza sahasını ekip biçmeye çalışan Hrant Dink artık kendisi hafızalarda yer alıyor. Hafıza ise çetin bir iktidar alanı. Neyi, nasıl, neden hatırlayacağımız iktidarlar tarafından bizlerin bağımsız iradesine bırakılmıyor. Hrant Dink sağlığında, kendine ve sözüne alan açmaya çalışırken, basite indirgeme pahasına “ılımlı” diyebileceğim bir dil kullanıyordu. Ermenilerin ona varana dek kamu önünde konuşmak için gerekli sözdağarına sahip olmadığını söylemiştim. “Karşı” taraftaki amnezi, afazi ya da başka -zi’ler de malum.[4] Bir Ermeni’nin öfkeli, habis bir ruh haliyle konuşmasının kimin ekmeğine yağ süreceğini biliyordu. Jean Améry’nin sözünü ettiği türden bir hınç ise –bildiği, yaşadığı onca meşru kılıcı sebebe rağmen– herhalde kendine bilerek ya da bilmeden yasak ettiği bir duyguydu. Ancak ılımlılığı onu siyasi hasımları için daha zor bir lokma yapıyor, bildik kalıplara sığmayan retoriği sözünün etkisini artırıyordu. Hrant Dink ılımlılığıyla radikaldi. Tıpkı başka pek çok köprü figür gibi.

Ne var ki hafıza sahasındaki Hrant Dink farklı siyasi görüş sahipleri tarafından “modifiye edilme” tehlikesine maruz kalabiliyor. Belki de en çok ılımlılığı, daha doğrusu ılımlılığının bağlamından kopartılarak apolitikleştirilmesi nedeniyle. Bunu bir ehlileştirme çabası olarak da görebiliriz. Bu hususu kişisel ama açıklayıcı olduğunu düşündüğüm bir noktadan örnekleyeceğim. Agos’un takım kaptanlığını yaparken, siyasi yelpazenin sağından ve solundan, bu arada Ermeni cemaatinden de, “Hrant gibi” olmadığımız için eleştirildik. Gazetesinin önünde kurşunlanarak öldürülmüş bir büyüğümüz “gibi” olmanın ya da olmamanın manasını ve bu ithamın ağırlığıyla koşut anlamsızlığını bir kenara bırakıyorum. Ama misal, kimi solcular tarafından Hrant kadar “sosyalist”, kimi iktidar yanlıları tarafından Hrant kadar “yerli ve milli”, kimi sosyal demokrat görünümlü ulusalcılar tarafından Hrant kadar “Anadolulu, anti-emperyalist”, kimi Ermeniler tarafından da Hrant kadar “Ermeni” olmamakla suçlandık. Örnekler artırılabilir. Oysa aynı Hrant Dink sağlığında bu grupların her biri tarafından “liberal, AB’ci, Ermenici, hain, Türk ajanı” ve benzeri bilumum şekillerde yaftalanmıştı. Ölümünden sonra ise, yaşarken onu hedef haline getirenler, dolayısıyla ölümüne sebep olanlar tarafından dahi araçsallaştırılırken, artık kendini anlatamadığı bir dünyada onun savunduğu fikirler, aldığı pozisyonlar seçici ve fırsatçı bir şekilde sopa haline getirilip birilerini hizaya getirmek için kullanılıyordu. Ona gerçekten değer verenler açısından bunun en başta Hrant Dink’in hatırasına saygısızlık olduğunu söylememe gerek var mı? Yazının ilk cümlesi bu yüzden önemli.  

Zamanlar değişiyor. Geçen on yedi yılda, yaşıyor olsaydı, Türk-Ermeni sorunu başta olmak üzere türlü konularda, zorlu tartışmalarda onun neler söyleyeceğini, o dikenli yollarda, bıçak sırtı durumlarda nasıl önümüzü açacağını merak etmemek elde değil. Ancak ne yazık ki biz Hrant Dink’i kaybettik. Ermeniler, Türkler, Kürtler, hepimiz… O ölümünden üç ay sonraki Malatya Zirve Yayınevi katliamını, Rahip Santoro’nun öldürülmesini, Gezi Direnişi’ni, çözüm sürecini ve onun nasıl boğulduğunu, meşum 7 Haziran - 1 Kasım parantezini, Suruç ve Gar katliamlarını, hendek çatışmalarını, Tahir Elçi’nin öldürülmesini, 15 Temmuz’u ve sonrasında gelen olağanüstü hali, KHK’ler ile muhaliflere yönelik büyük tasfiyeyi, Barış İçin Akademisyenlere reva görülenleri, Selahattin Demirtaş’tan Osman Kavala’ya, Çiğdem Mater’den Can Atalay’a binlerce siyasi tutsağı… Hiçbirini, hiçbirini göremedi, bu konularda söz söyleyemedi. Zorlukları, meydan okumaları, başarı ve başarısızlıklarıyla bir hayatı doya doya yaşama şansı elinden alınmıştı.

Hrant Dink sözüne gerçekten kulak kabartanlara ilham vermeye devam edecek şüphesiz, ancak memleketin gam ve kasavet yüklü ahvalini güneşli günlere çevirmek için yeni yollar arayacak olanlar bizleriz. Bunu yaparken onu hafıza alanındaki güç kavgasında siyasi duruşumuza göre ehlileştirdiğimiz bir araç haline getirmekten sakınmak, neyi neden söylediğini anlamaya çalışmak ahlâki bir sorumluluk. Bu duruşu içselleştirerek ona en derindeki meselelerimiz hakkında sorular sormaya devam edebiliriz –ondan alacağımız pek çok zihin açıcı yanıt olduğuna zerre şüphem yok. Ancak o zaman Hrant Dink gerçekten ahpayrig’imiz olabilir. Eli yükselteyim, belki o zaman bir gün hepimiz gerçekten Hrant Dink bile olabiliriz. 


[1] İstanbul: istos yayın, 2023. https://istospoli.com/product/yaramiz-derindir-hafiza-sahasi-ve-somurgeci-afazi/

[2] Bu bölüm, Raymond Kévorkian ve Paul Paboudjian’ın Fransızca bir kitabından yapılan çevirilerden oluşuyordu. Hrant Dink bu hacimli çalışmanın çevirisini, 2006’nın Nisan ayında, Agos’taki odasında, içinde benim de yer aldığım Aras Yayıncılık ekibine, “İstediğiniz zaman yayınlayın,” diyerek teslim etti. O dönemde, davalar, baskılar ve tehditlerle boğuşuyordu ve kitabı kendisi yayımlarsa üzerine daha da çok gelineceğinden çekiniyordu. Sekiz ay kadar sonra öldürüldü. 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, 2012 yılında yayımlanabildi.

[3] Evet ikrar, çünkü meseleyi soykırım mı, değil mi karşıtlığı üzerinden anlatmıyor, daha derin ve karmaşık boyutlarıyla ele alıyordu. Israrla ve hassaten sorulmadığı müddetçe soykırım tabirini kullanmaya ihtiyaç duymuyordu. Benzer bir kaderi Tahir Elçi’nin de PKK/terörizm ilişkisi etrafında yaşadığını unutmayalım. Ermeni ve Kürt “sorun”larını konuşmaya çalışan iki insanın ortak akıbeti, Türk Sorunu’na –Taha Parla’nın kulakları çınlasın– dair ne çok şey söylüyor.

[4] Tanıl Bora, Göral’ın çalışması üstüne yazdığı yazıda hafıza sahasının çok katmanlılığını irdelerken amnezi ve afazi kavramlarının yanında, konuşma kabiliyetinde sınırlı kayıp veya bozulma anlamına gelen disfazi kavramını da oyuna sokuyor.