Erdoğan ve AKP Türkiye Siyasetini Nasıl Domine Etti? “Eşraf Siyaseti”nden “Ulusal Makine Siyaseti”ne

Türkiye'de geçen yıl mayıs ayında yapılan genel seçimler Erdoğan ve AKP için yeni bir zafer ile sonuçlandı. Ekonomik kriz ve yıkıcı depremin ardından gelen bu sonuç seçim öncesinde adaylarını ve kampanya stratejilerini koordine ederek Erdoğan'a karşı güçlerini birleştirmiş olan iyimser muhalefet için derin bir hayal kırıklığı yarattı. Erdoğan yirmi yılı aşkın süredir Türkiye siyasetini domine ediyor. Bu da AKP'nin neden ve nasıl bu kadar uzun süre iktidarda kalabildiği sorusunu gündeme getiriyor. Bu aynı zamanda bizi Erdoğan'ın iktidarı döneminde Türkiye'de yaşanan “otoriterleşme” sürecini de farklı boyutlarıyla incelemeye sevk etmeli. Türkiye’nin dört temel siyasi partisinin (AKP, CHP, İYİ Parti ve HDP) parti örgütlenmeleri üzerine 2018-2022 yılları arasında yürütülen bir saha çalışmasına dayanan yakın tarihli bir çalışmamız bu sorulara ışık tutmayı amaçlıyor.

Eşraf siyasetinin çözülmesi

Türkiye siyaseti çok uzun süreler klientelizm ve personalizm (kişiselcilik/şahısçıllık) ile karakterize olagelmiştir. Özellikle kırsalda ve küçük şehirlerde Türkiye’nin siyasi partileri geleneksel olarak devlet ile yerel çıkarlar arasında bir bağ kurmak için kökleri geç Osmanlı dönemine kadar dayanan bir “eşraf” tabakasına (yani kültürel, siyasi, sosyal veya ticari statüye ve ağlara sahip ailelere) dayanmışlardır. Ancak 1960'lı yıllardan itibaren Türkiye toplumunun şehirleşmesi ve gittikçe daha eğitimli hale gelmesiyle bu sistem yavaş yavaş çözülmeye başladı. Bu sürecin sonuçlarından biri de yeni endüstriyel, ticari ve profesyonel sınıfların yükselişiydi. Bu "yeni ileri gelenler/yeni eşraflar" ya da “yeni adamlar” genellikle mütevazı ve muhafazakâr arka planlardan geliyordu ve artan bir zenginlik ve statüden yararlanıyorlardı. Ancak aileden miras alınan himaye ağları veya sosyal ve politik sermayeleri yoktu. Bu esnada Türkiye'nin geleneksel eşraf tabakası zeminini kaybetmeye başladı ama yine de toplumsal hiyerarşiler ve parti siyaseti üzerindeki nüfuzlarını önemli ölçüde korumayı başardılar. Hatta bunu başarmak için siyaseti ve siyasal partileri de araçsallaştırdıkları söylenebilir.

Aynı zamanda, Türkiye'de 1980'lerden itibaren yeni bir kapitalist-tüketici kent kültürünün yükselişi hem yoksulların yaşam standartlarının iyileştirilmesine yönelik beklentilerin hem de yapısal yoksulluğun artmasına ve sosyal sınıf ayrımlarının keskinleşmesine yol açtı. Bu koşullar altında “eşraf siyaseti” özellikle kentsel seçmenlerin ihtiyaçlarına cevap vermekte yetersiz kaldı. Klasik patronaj modeli çökmeye başladı. 1990'lar kitlesel destekçileriyle derin ideolojik bağları olan kitle partilerinin yükselişine de tanık oldu. Bunlar arasında İslâmi ve Kürt toplumsal hareketleriyle bağlantılı partiler de vardı. Bu partiler yoksul seçmenlerin isteklerine hitap etme ve yerel yönetimlerde destekçilerinin ihtiyaçlarını karşılama konusunda çok daha becerikli örgütlenmeler olarak ortaya çıktılar.

Bütün bu dönüşümlerin Türkiye'nin siyasi rejimi üzerinde önemli etkileri oldu. 1990'lara kadar geleneksel ve yeni biçimleriyle eşraf siyaseti görece daha birleşik ve ortak hareket edebilen askerî-bürokratik seçkinler sınıfının karşısında parçalanmış bir siyaset sınıfı yarattı. Bu parçalılık son derece rekabetçi bir çok-partili siyaset üzerine inşa edilmiş seçimsel bir demokrasiyi denetleyen askerî-bürokratik bir vesayet yapısını besledi. Ancak 2000'li yıllara gelindiğinde kentleşme ve kapitalist tüketimciliğin büyümesi geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaştı. Türkiye’de siyasi partiler için kurumsal adaptasyon ve yeni örgütlenme modeli gerektiren bir değişim gerekliliği 1990’ların sonu ve 2000’lerin başı itibarıyla halihazırda ortaya çıkmıştı. Bu sosyoekonomik dönüşümlere örgütsel uyumu en iyi başaran parti kendisini ağırlıklı olarak 1990'larda İstanbul gibi şehirlerdeki yoksullar için kritik “yaşarkalma ağları” geliştirmeye başlayan İslâmcı kitle partisi modelinin kadroları ve kalıntıları üzerine inşa edilen AKP olmuştur.

Ulusal makine siyasetinin yükselişi

Bugün AKP temel olarak bir “ulusal makine” olarak görülmelidir. AKP yerel eşraf tabakası yerine kendi sadık elitlerine ve aktivistlerine dayanan yeni bir tür kitle partisi olarak gelişti. Saha çalışmamızda da gözlemlediğimiz gibi bu sadık elitler ve aktivistler, genellikle daha az ayrıcalıklı arka planlara sahip kesimlerden veya siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan AKP tarafından yükseltilen yeni eşraf tabakalarından geliyordu. Aynı esnada sistemin (CHP dahil) diğer iktidar peşindeki merkez partileri eski ve yeni biçimleriyle “eşraf siyaseti”ne bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir. AKP dışındaki merkez partilerin çoğu kıskançlıkla kontrol edilen kişisel ve yerel kaynaklara dayanan patronaj yoluyla seçmenlerin desteğini sağlamak için güçlü yerel figürlere dayanmaya devam etmişlerdir. AKP’nin “ulusal makine siyaseti”nin bu bağlamda son derece istikrarlı ve başarılı olduğu ortaya çıkmıştır. Türkiye artık kendine özgü bir tür “rekabetçi klientelizm” ile karşı karşıya. Bu durumun birbiriyle ilişkili iki sonucu olmuştur ve her ikisi de otoriterleşme süreçlerini teşvik etmiştir. Bütün partilerin seçmenlere maddi teşvikler sunmak için yarışır hale gelmesi öncelikle kitlesel sistematik klientelizm ve sosyokültürel popülizmi birleştiren bir strateji üzerine kurulu olan AKP'ye seçimlerde bariz bir üstünlük kazandırmıştır. İkincisi, AKP'nin son derece sağlam örgütlenmesi ve parti tarafından iktidarla donatılan daha birleşik "yeni adamlar" sınıfı tarafından desteklenen bu seçim hâkimiyeti Türkiye'nin askerî-bürokratik seçkinlerinin gücünü dengelemiştir. Ordunun toplum üzerindeki gücünün azalması ve yeni toplumsal güçlerin siyasi etkinliği demokratik açıdan başta umut verici gelişmeler olarak görülebilmiştir ancak artık bugün askerî vesayetin yerini yeni bir otoriterlik biçiminin aldığı açıktır. Türkiye’de 1960'larda başlayan eğilimler, sosyal statülerini ve siyasi güçlerini yerel sermayelerinden değil, partiye ve özellikle parti liderine borçlu olan yeni parti elitlerine dayanan, radikal biçimde şahsileşmiş ve klientelistik bir örgütlenme olan AKP gibi bir partinin ortaya çıkmasıyla mantıksal sonucuna varmıştır.

Yeni bir yol ayrımındaki Türkiye

AKP’nin yükselişi Türk siyasal sisteminde hem bir sürekliliği hem de bir değişimi yansıtmaktadır. Parti, çoğunlukla bizzat AKP tarafından oluşturulan yeni bir siyasi elite bağlı olması açısından yenidir. Ancak AKP Türkiye’nin parti siyasetinin geleneksel klientelistik ve personalistik yönelimlerini aşamamış; ancak bu dinamiklerin yeni versiyonlarını yaratmıştır. Aslında AKP, klientelizmi elinden geldiğince merkezileştirerek ve partinin güçlü “yaşarkalma ağları”na dayanan ve diğer partilerin çağrılarına direnen geniş bir seçmen kitlesi yaratarak klientelizmi yeni bir düzeye taşımıştır. Geçmişte seçmenler klientelizme bağımlı ama klientelist faydalar sağlamakta birbirleriyle rekabet eden tekil siyasetçi-patronlara karşı görece daha güçlüyken bugün artık AKP’nin ya doğrudan ya da devletle seçmen arasında aracılık ederek sağladığı faydalara çok daha kırılgan biçimde bağımlı geniş seçmen kitleleri oluşmuştur. Aynı zamanda AKP, lideri Erdoğan'ın sadece orduyu değil, yargı gibi kurumsal veto aktörlerini ve kendi partisi içindeki muhalif sesleri de sıkı bir şekilde kontrol etmesini sağlayan güçlü bir “ulusal makine” inşa etmiştir. Son olarak, Türkiye'de rekabetçi siyaset hâlâ canlı olsa da şu anda yeni bir yol ayrımında gibi görünmektedir. Eğer AKP önümüzdeki yıllarda Türkiye siyaseti ve klientelistik dağıtımın kaynakları üzerindeki kontrolünü daha da sıkılaştırırsa (ki bunun için mart ayında yapılacak yerel seçimler çok önemli olacaktır) ve muhalefet partileri kendi parti örgütlerinde reform yapmayı başaramazlarsa, Türkiye’nin daha da uzun yıllara yayılacak daha pekişmiş bir otokrasiye sürüklenme ihtimali kayda değerdir.


Not: Bazı küçük değişikliklerle Türkçeye çevirdiğimiz bu makalenin İngilizce orijinali LSE European Politics and Policy Blog’da yayımlanmıştır.