Sürgünler, Memleketinde Sürgün Olanlar ve Para ile İmtihanları

İspanyol yazar Juan Goytisolo, Yeryüzünde Bir Sürgün adlı kitabında İspanyol halkının para ile imtihanını farklı veçheleriyle anlatır. Goytisolo, Endülüslü iki çiftlik sahibinin sözlerini aktarır. İlki: “İspanyollar ne denli yoksullarsa, o denli eli açık insanlar olurlar.” Diğeri ise: “Ne zaman harika bir adama rastgelsem herhalde yoksuldur diye düşünürüm.”[1] Ancak Goytisolo, bu zengin çiftlik sahiplerinin, yoksullara karşı hissettikleri erdemi övdüklerini gördükçe bu durumu eleştirir. İspanyolların “azizleri andıran” yoksulluğunun erdem olamayacağını, çünkü isteyerek yapılmış, ahlâksal bir seçimin ürünü olmadığını, sırtlarında taşıdıkları ve hâlâ başkaldırmayı başaramadıkları çağdışı bir gerçek olduğunu ekler. Parayla henüz pek tanışmamışken İspanyollar, arabalarıyla bir aylık yaz tatili için İspanya’ya gelen Fransız ve Belçikalı turistleri gördüklerinde, iş bulabilme umuduyla adreslerini bir kâğıda yazıp adak misali onlara sunmuşlardır. Ancak zaman geçtikçe İspanyol halkının “gözünün açıldığını”, ülkelerine gelen turistleri ellerinden geldiğince tırtıklamaya çalıştıklarını da yazar.

Neyire Gül Işık, hazırlayıp çevirdiği kitabın sunuş yazısında, Goytisolo’nun ailesini şöyle tanıtır:

Goytisolo’nun büyükbabasının babası Bask ülkesinden, Küba’ya gitmiş, özellikle bol ucuz iş gücü olanaklarından yararlanarak kısa sürede şekerkamışı tarımından büyük zenginlikler elde etmişti. Büyükbabası ise ülkesine geri dönmüş, geniş topraklar satın aldığı Katalonya’da yerleşmişti. Ufak bir kimyevi ürünler fabrikasının sahibi olan babası[2] “köklü sağcı inanışlarına bağlı, dürüst bir patrondu”.[3]

Goytisolo, üst ekonomik seviyeye mensup bir aileden gelmesine rağmen, para şımarıklığına tutulanları tespit edebilmiş biri. Yoksul insanların ise sahip oldukları her şeyi, insancıl özelliklerini kaybetmediklerinden dolayı paylaştıklarına, değerli olanın bu olduğuna inandıklarına vurgu yapar. 

Goytisolo’nın annesi, 17 Mart 1938 günü her zamanki gibi Barselona yolunu tutar. Dönüş yolunda, çantasına sıkı sıkı sarılmış bu kadın, çocuklarına aldığı armağanları taşırken milliyetçi tarafın yaptığı hava saldırısında kent merkezinde ölür. Goytisolo kendisinin ve onun gibi yazar olan kardeşleri José Agustín ile Luis’in anlayışsız, atbaşı kör olan babalarıyla yıldızlarının hiç barışmadığını anlatır. Goytisolo’nun lise mezunu olarak tasarımı evden, mahalleden, kentten uzaklaşmak üstünedir.

Goytisolo kardeşlerin 1980’lerde yayımlanan romanlarında ortaya koyduğu gerçek, ekonomik gelişme, toplumsal refah ve ilerleme görüntüsü altında, insanı mutlu eden en doğal şeylerin (sağlık, yuva, aile, evlilik, insancıl ilişkiler) giderek erişilmezleştikleridir. Birey görünürde eskisine oranla çok daha ileri bir maddi refaha kavuşmuştur, ama varlığı hiçbir zaman olmadığı kadar güvensizleşmiş, birikmiş öfke, baskı, korku, gerilim altında ezilmektedir. Dünya ekonomik bakımdan ilerlediği oranda, insan toplumsal varlık olarak gerilemektedir. Ortaya çıkan insan türü “yabancılaşmış birey”dir. Gerçek görüntünün tam zıttıdır.[4]

Yakın zamanda yaşadığım bir olaydaki kişi bende Goytisolo’nun bahsettiği yoksul insanlardan biriyle karşılaştığım duygusuna sebep oldu. Kısaca anlatacak olursam, Anadolu’dan geldiği kıyafetinden ve kasketinden belli bir adam yemek yediğim büfeye geldi. Elli lirasını bozdurmak istediyse de büfe sahibi bozuğu olmadığı için geri çevirince ben bozmak istedim ancak cüzdanımı karıştırdım, o kadar bozuğumun olmadığını fark ettim. Hesabı ödeyerek -kasadaki adam yeteri kadar bozuğu olmadığını tekrarladı- bozuk param oldu ve adamın yirmi liralık akbil doldurmasına yardım (!) edebildim -bu yazının yazıldığı tarihte tam biletin fiyatı 17,70 TL. Hepsini akbile harcamak istemediğini söylemişti. Sahip olduğu paranın azlığından esef duymuyordu. Parası yoktu yalnızca. İçten teşekkürü beni yarım yamalak da olsa sevindirmişti. Gideceği yere gitmekti derdi, kalanıyla da başka bir şey yapacaktı.

Başka bir sürgün olan Filistinli-Amerikalı aktivist-yazar Edward Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı adlı kitabında Theodor Wiesengrund Adorno’nun kişiliğinden bahseder. “Hayatı boyunca faşizm, komünizm ve Batı’nın kitlesel tüketimciliği tehlikeleriyle mücadele etmiş ve yirminci yüzyıl ortalarının vicdanı olmuştur.”[5] Pragmatizmin bütün dünyayı etkisi altına alması onun tüylerini diken diken etmekle kalmaz; bütün sistemlerden eşit ölçüde nefret eden Adorno’ya göre hayatın, en çok da bir bütün halini aldığında sahteleştiğinden bahsederek şöyle devam eder: “… -bir keresinde bütün her zaman yanlıştır, demişti-; bu da öznelliğin, bireyin bilincinin, tamamen güdümlenen toplum içinde tasnif edilemeyen şeylerin daha da büyük bir değer kazanmalarına yol açıyordu.”[6] Said burada Adorno’yu anlatırken sisteme boyun eğmeyen ve dışında kalanların değerine atıfta bulunur. 

Cevat Şakir Kabaağaçlı Mavi Sürgün adlı otobiyografisinde aylar süren İstanbul-Bodrum sürgün yolculuğunda -henüz Halikarnas Balıkçısı olmamışken- trende köylülerin sahip olduğu her şeyi; tütün, soğan, ekmek vs. paylaştıklarını anlatır. Anadolu insanının cömertliğini; ellerindeki ufacık şeyi dahi paylaşmalarını aktarması Goytisolo ile paralellikler taşır.

Halikarnas Balıkçısı Mavi Sürgün’ü yazdığı 1962 senesinde, her yerde liradan şikâyet edildiğini dile getirir. Çevirmenliğin dışında dergilere yazı yazıp kapak resimleri yapmakla geçimini sağlayan Kabaağaçlı, yazı başına üç lira aldığını ve o zamanlar liranın gerçek değeri olduğunu anlatır. 1925’te Sabiha ve Zekeriya Sertel’in Resimli Hafta dergisi için Hüseyin Kenan takma adıyla “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Asılmaya Nasıl Giderler?”[7] başlıklı bir yazı kaleme alır. Bu yazı dört asker kaçağının -vicdani retçinin- idama nasıl gittikleri hakkındadır ve Kabaağaçlı’nın Bodrum’a sürgün edilmesine sebep olur. Mavi Sürgün’de olaydan şöyle bahseder:

Bu delikanlılar ilk önce hapishanenin kapısına saldırıp kurtulmayı düşündüler. Fakat hapishane kapısının kuvvetle müdafaa edildiğini görünce, kurtulamayacaklarını ve davranışlarının birkaç kişinin boşu boşuna öldürülmesiyle sonuçlanacağını anladılar. Doğululara miskin bir tevekkül atfolunur, bu olayda ise tevekkülün zerresi yoktu. Pek pratik ve insancıl bir görüş vardı. Delikanlılar boş yere bir cinayet işlemekten sakındılar ve kapıya saldırmaktan vazgeçtiler.[8]

Üst başlarıyla değil, beyaz gömleklerle öleceğini bilen bu gençler zeybek giysilerini haraç mezat satarlar. Parayı ise hapishanedeki kuru ekmeğe muhtaç kişilere dağıtırlar.

Kabaağaçlı da Ankara’da aylar süren belirsizlik ve korku ile idama mahkûm edileceğini düşünür. İstiklâl Mahkemesi’nin kararından sonra idam edilmeyeceğini öğrenir. Zekeriya Sertel dergiyi basan kişi olarak Sinop’ta, Kabaağaçlı ise yazar olarak Bodrum’da üç yıl için kalebentliğe mahkûm olur. Ancak Kabaağaçlı’nın yüzerek kaçma “ihtimalinden” dolayı deniz yolu ile yolculuk yapması yasaktır. Ankara’dan Bodrum’a kara yoluyla ve at sırtında toplam üç buçuk ay süren bir serüven yaşar. Defalarca değişen iki jandarma ile yolculuk yapması gerekir ve tüm masrafları Kabaağaçlı karşılar. Dergide kazandığı liranın gerçek değeri olduğunu yineler. Yolculuğu ve karakollarda beklemesi çok uzun sürdüğü için bu durumu dilekçeyle bildirir. Muğla Jandarma Komutanı elinde mektupla çıkagelir. Muğla valisi, onun Muğla içinde dolaşma hakkı olduğunu yazar. Habere çok sevinen Kabaağaçlı mektubu defalarca okur, sevinç içindedir. Bodrum’a ulaşana kadar bu mektuba gözü gibi bakar. Oraya ulaştığındaysa komutana verir, o ise kaymakama gösterir. Kaymakam kararı onaylayınca üzerinden ezici bir yük kalktığı halde yorgunluktan başka bir şey hissetmediğini anlatır.

Bodrum Kalesi harap olduğu için kaymakam deniz kenarında bir ev tutabileceği iznini verince bu habere de inanamaz. Deniz kenarında bir evde oturacağını hiç düşünmemiştir daha önce. İki katında iki odası olan beyaz evin kirasının yirmi beş (?) olduğunu duyunca cebindeki yirmi yedi, yirmi sekiz liranın yirmi beşini çıkarıp verir. Ev sahibi şaşırır, yirmi beş kuruş olduğunu söyler. Kabaağaçlı inanamaz, ev sahibinden daha çok şaşırır. Altı aylık kirayı peşin öder ve Halikarnas Balıkçısı olma yolunda, gördüğü güzelliklere güzellik katmayı bir borç bilerek eşsiz bir ziraatçı olur. Bodrum’a yerleşmesini olumlu bir yolculuğa çevirmekle kalmaz, unutulmaz izler bırakır.

Bodrum’da çeviriler yapmaya devam eder. Cebindeki parayı denkleştirdikçe yurtdışından postayla çeşit çeşit tohumlar, ziraat kitapları sipariş eden bu akıl almaz eylem insanı doğanın cömertliğinden ilham alıp Muğla’yı tüm özverisiyle katbekat yeşertir. Mavi Sürgün’de, Bab-ı Âlî ve Üsküdar’ın Doğancılar’a çıkan yokuşlarından kurtulduğuna sevindiğini dile getirir. Aslında bir zamanlar İstanbul’da sürgün hayatı yaşamış olduğunu anladığını da… İçinde yer aldığı sistemi kabul etmeyerek yaşamını tamamen değiştirebilmiş bir özgür ruhtur.

Bodrum’u keşfedince İstanbul’dan ayrıldığına üzülmeyen, bilakis yeniden doğan Halikarnas Balıkçısı, çocuklarının eğitim alabilmesi için İzmir yolunu tutar. Anadolu’nun dört bir yanından büyükşehirlere göç eden diğer sürgünler gibi.


[1] Juan Goytisolo, Yeryüzünde Bir Sürgün, haz. ve çev. Neyire Gül Işık (İstanbul: Metis Yayınları, 1. baskı, Ekim 1993), s. 64.

[2] Goytisolo, Yeryüzünde Bir Sürgün, s. 15.

[3] Akt. Neyire Gül Işık, 15, Rafael Abelle Bermejo, “El tránsito de la sublevación a la Guerra Civil”, Revista de Occidente, no: 65, Ekim 1986, s. 67-68.

[4] Goytisolo, Yeryüzünde Bir Sürgün, s. 38-39.

[5] Edward Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 11.basım, 2023), s. 65.

[6] Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, s. 66.

[7] Yazı için bkz. Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün (Ankara: Bilgi Yayınevi, Ekim 2023), s. 61-63.

[8] Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, s. 59.