En Doğal Hakkım
Tanıl Bora

Gezi protestolarında polisin orantısız şiddet kullandığına dair tepkilere, Recep Tayyip Erdoğan, –o zaman başbakan olarak–, şu yorumu getirmişti: “Bizim polisimiz kurşun yiyor, bunun karşılığında su sıkıyor, biber gazı sıkıyor. Avrupa Birliği müktesebatına bakarlarsa orada bunun polisin en doğal hakkı olduğunu görürler”. (24 Haziran 2013) Bunu daha sonra da tekrarladı: “Benim polisimin yaptığı biber gazı kullanmak. Bunu kullanmak güvenlik güçlerinin en doğal hakkıdır”. (8 Mart 2014)

Cumhurbaşkanı olduktan sonra, siyasî cepheleşmenin bir tarafı olarak yaptığı mitinglerin Cumhurbaşkanlığı faaliyeti olarak ve Cumhurbaşkanlığı bütçesine dayanarak düzenlemesine yöneltilen eleştirilere de (o zamanlar Cumhurbaşkanlığı anayasal açıdan tarafsız bir makamdı), “Bu benim en doğal hakkım, yasal hakkım” karşılığını verdi (2 Mayıs 2015).

Bu sözlerde “doğal hak”, aşağı yukarı yetki anlamındadır. Yetkiden de öte, yetkeye yaklaşan, Kemal Can’ın carî ‘siyaset felsefesinin’ en mutemet düsturu olarak vaz’ettiği “Yapıyorum, çünkü yapabiliyorum”a (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/09/28/yapiyorum-cunku-yapabiliyorum/) yanaşan bir anlam.

***

“Üç çocuk istemek benim en doğal hakkım”ı (8 Ağustos 2013) nereye koymalı? İngilizceden uyarladığımız deyişle, “korkarım”, ifade özgürlüğü değil. Galiba burada da “doğal hak”, yetkiye ve yetkeye yakındır. (“Ben, konuşurum. Ben, söylerim. Ben, buyururum”).

***

Bir başka hak kategorisi, tüketimde hayat buluyor. Tüketici hakları ayrıdır – kastettiğim, adeta varoluşsallaşmış bir tüketme hakkı.

Bir mobilya firması (Kerestella, diyelim biz ona), uzun süre “Kerestella benim hakkım” sloganını kullanmıştı. Yakın zamanda dolaşıma giren bir alışveriş merkezi reklamı (Adi İstanbul, diyelim biz ona), tüketmeyi doğal hak olarak fıtrîleştiriyor: “Dünya modasına dünyayla aynı anda sahip olmak… özel hissetmek… benim en doğal hakkım”. “Hayat tarzıma yakışanı giymek… şıklığımla fark yaratmak… benim en doğal hakkım”. “Ara sıra ufak bir kaçamak yapmak… alışverişe uçarak gitmek… benim en doğal hakkım”. Ve final: “Çünkü en özelini yaşamak en doğal hakkınız”. 

Burada, hak, dahası doğal hak, bir çıkarın, bir faydanın kisvesidir. Narsistik bir şımarmanın kisvesi.

***

Ne kadar çok “hak talebi” var toplumumuzda, değil mi! ‘Enteresan’ olan, muktedir olanın doğal hakkı bir yetki olarak, bir güç teyidi olarak sahiplenmesi, vatandaşlıkları tüketiciliğe sığıştırılmış olan yönetilenlerin ise doğal haktan bir çıkarı, bir faydayı anlamaları – veya anlamalarının istenmesidir.

***

Buna mukabil, basbayağı düşmanlaştırılan haklar da var. [1]  “Ailenin korunması ve kadına karşı şiddetin önlenmesi” kanununun tanıdığı hakların, “aileyi zayıflattığı” gerekçesiyle zemmedilmesi gibi… Devlet Memurları Kanunu’nun getirdiği sosyal hakların, belâ olarak görülmesi gibi.

En açığı, en vahimi, 27 Mayıs 1992’de İzmir’de, silahlı saldırıda canını kaybeden polislerin cenazesinde, polislerin: “Kahrolsun insan hakları” sloganıyla yürümesi değil miydi? Belki, esasen düşman belledikleri insan hakları savunucularını, –bir hak ihlâline maruz kaldıklarında, çevrelerindeki kimse sahip çıkmayıp yalnız bırakıldıklarında onları muhatap alacak olan, nitekim muhatap alan–, insan hakları kuruluşlarını kastediyorlardı bununla. Fakat onlara ‘imkân tanıyan’ bir hak kavrayışına da kahrediyorlardı neticede. Hiç unutmayacağımız o lâf, basbayağı buydu: “Kahrolsun insan hakları”.

***

İnsan haklarına, bugün de kahrediliyor. İnsan haklarını savunmak, hainlikle eşleniyor. İnsan haklarından söz eden, ‘rakip’ hak talepleriyle susturulmaya çalışılıyor: Terörden canı yananın hakkı ne olacak? Arakan’da katledilenlerin insan hakkı yok mu? Onun hakkı ne olacak, bunun hakkı ne olacak? 

Elbette, yetki-yetke ve çıkar-fayda istençlerine lehimlenmiş tamahkâr “benim hakkım” korosu da, sahih ve yalın insan hakları anlayışını boğmaya katkıda bulunuyor.

***

İnsan hakları fikrinin, insan hakları duyarlılığının, insan hakları politikasının zayıflamasının sinsi bir âmili de, –Nilgün Toker’in 14. Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı’nın açılışındaki konuşmasında dikkat çektiği gibi–, hak yerine mağduriyete tutunmaktır. Yine Nilgün Toker’in vurguladığı gibi, mağduriyet ortaklığı ve dayanışması, güç verir, moral verir; fakat kurucu bir gücü yoktur, üzerinde duracak evrensel bir temel kurmaz. [2] “Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” derler ya... Hoştur, çok zaman da doğrudur. Ama bazen de daha önce damdan düşmüş olan, “gördün mü, nasılmış” diye içi soğuyarak bakabilir yeni damdan düşene. Veya basitçe, bu defa kendisinin değil başkasının başına geldiğine şükrederek, hiç oralı olmayabilir.

Mağduru olmadığınız-olmayacağınız haksızlığı mesele eden, kimlik sormayan ve sebep-gerekçe kollamayan bir “bu, hiçbir insana reva görülemez” ahlâkı için, sahih ve yalın, evrensel insan haklarına ihtiyacımız var.

***

Sahih insan hakları anlayışı, deyip duruyorum. İki örnek, açmaya yetecektir. 

Bu ay 100. doğum yıldönümü olan Nobel ödüllü yazar Heinrich Böll, 1984’te, “Almanya Meclisi önünde yapılmamış konuşma”sında, Almanya Anayasası’nın, insan haklarına dayandığına şahadet eden 1 maddesini, yani “insan onuru dokunulmazdır” ilkesini şerh eder: Bu ilkenin, “Alman insanların onuru dokunulmazdır veya suçsuz-kusursuz-günahsız insanın onuru dokunulmazdır” anlamına gelmediğini, “teröristlerin, suçluların, yabancıların, mültecilerin, komünistlerin de insan olduğunu” söyler – ve ekler: “hatta kapitalistler bile”. Böll, insanlıkdışı davranabilmenin de ancak insana mahsus olduğunu, bunun da insanlığa dair olduğunu hatırlatır bize. İnsan hakları, insanlık durumunun o cephesini de ‘tanıyarak’, o zillete düşmüş olanın dahi insaniyetini, insan onurunu, –evet, bazen kendisine rağmen–, ayakta tutmaktır. Çok basit: insan hakları, “her haliyle her suretiyle”, bütün insanlara şâmildir.

İkinci örneği, İbn Haldun’dan vereyim. Büyük İslâm düşünürü, insan haklarını kimin ihlâl edebileceğini, –ihlâl etmeye muktedir olabileceğini–, dolayısıyla insan haklarını kime karşı savunmak gerektiğini, 14. yüzyıldan konuşarak öğretir: “Kendisine güç yetmeyenden başkasının zulme gücü yetmez. Zira zulüm, sadece kudret ve otorite sahibi olanlardan vâki olur. Bu yüzden zulme kadir olan şahsın, vicdanında mânevi bir müeyyide (vâzi) hasıl olur, diye zulmü kötülemede ve ona dair olan tehditlerin tekrarında mübalağa edilmiştir. Ve ‘Rabb’ın kullara zulmetmez’ (Fussılet, 41/46). (…) Yol kesen eşkıya kudret sahibidir, diye vasfolunamaz. Çünkü biz, ‘Zâlimin kudreti’ deyimi ile hiçbir kudretin karşı koyamadığı her tarafa uzanan bir eli, (yüksek makam sahiplerinin haksızlığını ve devletin zulmünü) kastediyoruz”.[3]  Çok basit: İnsan hakları, devletin haleldar etmeye muktedir olduğu, demek ki devlete karşı savunulacak haklardır.

***

10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabulünün 69. yıldönümü.

28 Kasım, Tahir Elçi’nin katledilmesinin ikinci yıl dönümüydü. Bu memleketin gördüğü en selim insan hakları elçilerinden olan Tahir Elçi, harp darp altındaki beş yüz küsur yıllık bir minarenin hakkını savunurken öldürülmüştü. [4]


[1]“Hakları düşmanlaştırma” terimini Nazik Işık’tan işittim.,

[2] Birikim Haftalık’ta bir önceki yazımda mağduriyet üzerinde durmuştum: http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8618/magdur#.WiKatFVl-po

[3]  İbn Haldun: Mukaddime, Hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 2017 (14. Baskı), s. 551. Burayı daha önce de zikretmiştim: http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8469/ibn-haldun#.WiKjNlVl-po)

[4] http://www.birikimdergisi.com/haftalik/7392/naiflik-hakkinda#.WiL0nFVl-po