'68'li Olmak: '98'li Olmak

NEDEN PATLADI, NEDEN SÖNDÜ, NE KALDI

’68 olaylarının 30. yılında, bu olguyu üç düzeyde, üç soru etrafında inceleyebiliriz. Bu yazıda hepsini cevaplamaya kalkmadan, önce bu soruları sıralayayım.

• ’68 olayları neden patladı?

Refah toplumunun bütün veçhelerine toptan bir karşı çıkış olan bu patlamanın kapitalizmin o anki durumundan o günün ideolojik ortamına, öğrencilerin özel durumundan aydınlar arası tartışmalara kadar birçok nedeni, hâlâ detaylı tartışmaları hakediyor. ’68’in nostaljik bir havayla moda olduğu 20. yılında ve sonrasında bu tartışmalar lâyıkıyla yapılmış değildir. Hattâ denebilir ki Berlin duvarının yıkılması, eski komünist partilerin kabuk değiştirmesi, toz dumanın yatışmasından sonra bu değerlendirme şimdi daha sağlıklı olarak yapılabilir.

Sola bir yenilgi ruh hali hâkim olduğu için ’68’in iyice nostaljikleştirildiği bu dönemde, ’68 bir işe yarayacaksa, bu tartışmaların esas şimdi yapılması gerek.

• ’68 olayları neden söndü?

İlk sorunun kısmen akademik bir yanı var. Oysa konu bizi daha çok siyasî yanıyla ilgilendiriyor. O zaman da daha hayatî olan soru: ’68’in neden söndüğü sorusudur. Çünkü ’68 olaylarının neden söndüğünün bilinebilmesi bir anlamda bu hareketin zayıflıklarını, belki de zamana uyumsuzluklarını, daha çok da sistemin hangi karşı tedbirlere başvurduğunu hattâ nasıl dönüştüğünü de bilebilmek demektir. Hem kapitalizmin bugün yüzyüze olduğumuz niteliklerini bilebilme açısından hem de sistemin kendisini sorgulayan bir harekete karşı nasıl cevap verebildiğini, nasıl esnediğini (veya nerelerde esnemediğini) bilebilmek demektir. İşin bu yanını özellikle nostaljik bakış tamamen gözardı ediyor. ’68’i o kadar önemsemeyen geleneksel ve muhafazakâr sol ise “dememiş miydik” tavrıyla yaklaşıyor ve ’68’in sönmesinde kendi haklılığının onaylanmasını görüyor. Oysa ’68, nasıl ve ne kadar erken sönmüş olursa olsun, geleneksel-muhafazakâr solun tükenişini yeterince kanıtlamıştır ve bu sönüş, son tahlilde geleneksel solun sönüşünün de tescilidir. Her ne olursa olsun, ’68’in neden söndüğü sorusunun cevabını aramak, siyasî açıdan ’68’i düşünmenin olmazsa olmaz bir parçasıdır.

• ’68’den bugüne ne kaldı?

Ve tabiî ne kalmalıdır? ’68’den kalanlarla 30 yıldır yaşıyoruz ama şimdi derli toplu bir muhasebe zamanıdır. ’68 artık çok geride kalmış göründüğü ve nostaljikleştirildiği için bu ihtiyaç kendini daha fazla dayatıyor. ’68’e nostaljik bir malzeme olarak yaklaşmayacaksak, esas soru budur. Doğrusu, siyasî açıdan diğer sorulara da yön vermesi gereken soru da budur.

TEK ’68 BATI’NINKİ DEĞİLDİ

Her şeyden önce, tek bir ’68’in olmadığını vurgulamak gerekir. Batı Avrupa ve ABD’deki üniversite odaklı hareketlerin bütün dünyada ’68’in tamamı gibi algılanması tablonun tam anlaşılmasını engelliyor. Kabaca, içiçe ve yanyana yaşandığının altı çizilerek, üç ’68’den sözedilebilir.

- Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın ’68’i

- Doğu Avrupa’nın ’68’i

- Latin Amerika ve Ortadoğu’nun ’68’i. (Bengaldeş, Sri Lanka ve Hindistan’ı da bu grupta sayabiliriz.)

Bu üç tecrübe arasında belli bir rezonans, bir ruh hali ortaklığı (daha başka ortaklıklar da) varsa da, ayırdedici özellikleri çok daha belirgindir ve ayrı ayrı incelenmeleri faydalı olacaktır. Kaldı ki, Batı Avrupa ve ABD’deki hareketlerin bile her birinin diğerinden belirgin farkları vardır. Örneğin İtalya’daki öğrenci hareketinin işçi sınıfıyla içiçeliğinden Almanya ve özellikle ABD örneğinde söz edilemeyeceği gibi, Fransa’da ’68 hareketinin işçilerle olan ilişkileri gerilimli hattâ zaman zaman çatışmalı olmuştur. ABD’deki hareketlilik özellikle kamuoyuyla etkileşimi açısından Vietnam savaşıyla yakından bağlantılı olduğu için dinamikleri iyice ayrı bir gelişme göstermiştir.

’68 olaylarının özellikle Batı Avrupa’ya atıfla anılmasının en önemli nedenlerinden birisi, başka coğrafyalardaki hareketlerin tersine buralardaki hareketlerin 1968’de aniden patlamış ve aynı hızla sönmüş olmasıdır. Yani Batı Avrupa ve ABD’de bu hareketlerin evveliyatı çok belirgin değildir. Halbuki Doğu Avrupa ve Latin Amerika ile Ortadoğu’daki hareketler belli bir sürecin devamıdırlar. 1968’in Batı Avrupa kaynaklı hareketlerinin dünyanın başka bölgelerindeki süregiden hareketlere bazı etkileri olmuşsa da (tabiî ki ters etki de vardır, hattâ daha belirleyicidir); bu Batı-dışı hareketler 1968 dalgasının yatışmasından sonra da kendilerine özgü yollardan bir süre daha devam etmişlerdir. ’68’ler arasındaki önemli bir fark buradadır. Batı dünyasında ’68 büyük bir yoğunlaşma, bir dönüm noktası olarak yaşanmış, sonuçları ve hesaplaşması da buna tekabül eden bir yoğunlukta yapılmıştır. Batı dışında ise ’68’i simgeleyen konular ve sorunlar hem çok daha geniş bir zamana yayılmıştır, hem de bu yayılmadan ve gündem farklarından dolayı ağırlıkları/önemleri hattâ bazan içerikleri değişik olmuştur.

Batı Avrupa’da ’68’in toplumsal muhalefet anlamında evveliyatı belirgin olmayabilir, fakat muhalefetin kaynaklarının evveliyatı vardır. Batı’daki ’68 patlaması birçok nedenin bileşkesine dayanır ve bu bileşkenin unsurları sistemin yapısıyla ilgili temel çelişkileri gösterirler. Bunları kabaca şöyle sıralayabiliriz:

- Kapitalizmin uzun refah artışı yıllarından sonra gelen, ekonomik durgunluk ve işsizlikle kendini gösteren tıkanma dönemi.

- Kapitalizmin yüksek düzeyde eğitilmiş eleman talebi ile bu şekilde bir eğitimden geçen öğrenciye sunulan hayat tarzı arasındaki çelişki.

- Öğrencilerin üniversite hayatı içinde bilgi tekeli üzerindeki denetiminin kaybolduğunu fark etmeleri ve buna bağlı olarak otoriteye ve bilginin kompartmanlaştırılmasına karşı çıkmaları.

- Entellektüel hayatta Sartre’ın ortaya attığı “aydın sorumluluğu” tartışmaları ve Marcuse’nin ortaya attığı tezler: özellikle, proletarya haricindeki oluşumların devrimin taşıyıcısı olacağına dair düşünceler.

- İki kutuplu dünya sisteminin genel politik düzlemde yarattığı hareketsizlik ve çaresizlik duygusu (hiçbir şeyin değişemeyeceği, değiştirilemeyeceği hissi). Genel politik düzeydeki bu duygunun, özellikle üniversite gençliği için gündelik hayatta kendisini bekleyen tekdüzelik içinde makinenin herhangi bir dişlisine dönüşme hissiyle büsbütün bunaltıcı bir şekilde bütünleştiğini de söyleyebiliriz.

Batı ’68’inin evrensel ve bütün dünyaya şâmil bir yanı varsa, somut bir toplumsal muhalefet hareketi olarak dünya kamuoyu üzerindeki etkisinde ve getirdiği görüşlerde değil, saydığımız bu saiklerin/çelişkilerin evrenselliğinde aranmalıdır. Çünkü bunlar kapitalizmin en müreffeh, en ileri ülkelerinde ve bu ülkelerin en iyi zamanında kendini gösteren çelişkiler olarak, kapitalizmin insanları mutlu edebilmedeki sınırlarını bütün dünyaya göstermişlerdir. Dolayısıyla, sosyalizmin ve Marx’ın, sadece aşağıdakileri, ezilenleri ve kötü durumdakileri değil, bütün insanlığı ve bu arada bizzat ezenleri, egemen sınıfları da kurtarmaya dönük büyük iddiasını güncelleştirmişlerdir. Bunun yanısıra bu çelişkiler, kapitalizmin derece derece bütün gelişme aşamasındaki ülkelerinde ortaya çıkacak olan -nitekim çıkan- “gelişmiş” çelişkileridir. Belki o zaman sadece Batı dünyasına has görünen bu çelişkilerin politize edilmesi, ’68’in öncü bir yanıdır.

ESKİ SOLA KARŞI DA BİR İSYAN

İki kutuplu dünyada, var olan komünist partilerin teorik/siyasal dogmatizmi ve muhafazakârlığı, böylelikle bir anlamda yerleşik-kurulu düzenin sol tarafını temsil etmeleri, bir yandan yukarıda sayılan etkenlerle ayaklanma potansiyeli kazanan kitleler için bir ayak bağı olurken, bir yandan da onların bu duruşları bizzat ayaklanmanın nedenlerinden biri oluyordu. Bu, ’68’in ihmal edilmemesi gereken kilit bir özelliğidir. ’68’in düşünsel ve eylemsel dinamizminde bu özelliğin önemli rolü vardır. (Eski) Muhalefete de muhalefet etme gereği, ayaklananları, her türlü dolayıma karşı çıkarak sosyalizmin temel teorik ve tarihsel kaynaklarına yöneltti. İşte buradan büyük bir canlılık ve yaratıcılık doğdu. Marksizmin ve sosyalizmin resmî yorumları tarafından itibarsızlaştırılmış, unutturulmuş kaynakları yeniden keşfedilerek yeni yorumlara açıldı. Yeni tartışmalar, donuklaşmış, kalıplaşmış düşünceleri sarstı. Ayrıca sol/sosyalist düşünce ile çağdaş düşünce akımları arasında da, o zamana dek bir hayli baskılanmış olan ilişkiler zenginleşti.

’68 ayaklanmalarının gözde alt motiflerinden olan enternasyonalizm, iki kutuplu dünyanın statükosu içinde hareket eden yerleşik komünist partilere karşı tepkinin bir sonucudur. Dünyanın her yerinde solcular/sosyalistler/özgürlükçüler, enternasyonalizmin Sovyetler Birliği’yle “dayanışma”ktan ibaret olmaması gerektiğini anladılar, anlattılar ve dünyada dayanışma içinde olunacak nice ülke, nice hareket olduğunu gösterdiler. Bunu Sovyetler Birliği’ne ve onun izleyicilerine rağmen yaptıklarını görmeleri, bu arayışı daha da iler götürdü. Bu enternasyonalist uyanış, ’68’in en heyecan uyandıran ama aynı zamanda yarım kalmış veya hattâ ters tepmiş bir yanıdır. Enternasyonalizmin giderek Üçüncü Dünyacı bir içeriğe yönelmesi, onun her türlü ulusçuluğu reddeden ilk çıkışıyla çelişmiş ve başka bir muhafazakârlık biçimi olarak Maoculukla tuhaf bir bireşime girmesine yol açmıştır. Bu kez Sovyetler Birliği’nin yerini başka “enternasyonalist dayanışma” nesneleri almış, böylece gerçek enternasyonalist ilişki yine birtakım devletlere veya millî topluluklara körükörüne bağlılığa dönüşmüştür.

’68’de teoriyi/düşünceyi belirli kalıplarla donduran yerleşik KP’ler karşısındaki teorik dolayımsızlık, siyasî pratikte de bir dolayımsızlıkla birleşmiştir. ’68’in muhalefet hareketleri, ezilenlerle ve kitlelerle, mevcut KP’lerin hiyerarşik ve bürokratik ilişki alışkanlıklarının dışına çıkarak bire bir ilişkiler kurmayı denemişler, bunda da kısmen başarılı olmuşlardır. Böylece hem yeni gruplara ulaşılmış, hem de çok daha aktif ve canlı muhalefet potansiyeli uyanmıştır. ’68 hareketinin örgütlenme ve siyasete getirdiği devrimcilik, örgütlenmenin ve devrimi yapacak öznenin belirlenmesinde derin sınıf analizlerine ve şemalara gömülmenin yol açtığı kısırlıktan çıkılmasını sağlayarak, mevcut sistemle sorunu olan herkesle bir bağ kurmada ve toplumun her alanını politize etmede kazandırdığı girişkenliktir. ’68 hareketi, sosyalist siyaseti en dar parlamenter siyasete benzeten dolayım mekaniğinin çarklarını kırmıştır.

Bu açılım çabasının bir ürünü de, devrimci hareketin geleneksel uğraş/siyaset alanlarının genişlemesi sonucu gündeme giren bazı konuların zamanla kendi kendini tarif edebilen politik hareket veya söylemlere dönüşmüş olmalarıdır. Genellikle “radikal” diye çağrılan bu hareketler içinde feminizm, çevrecilik, savaş karşıtlığı, cinsel özgürlükçülük en önde gelenlerdir. İşin daha ilginci, orta vadede, özellikle kendini Yeni Sol diye tarif eden akımlarda, bu radikal söylemler söz konusu partilerin programlarına girerek bağımsız içeriklerinden farklı yorumlara ulaşmış ve sol hareketi zenginleştirmişlerdir.

Bütün bunların üstüne, ’68’in ortak karakterini (ve bir anlamda ondan bugüne kalan şeyi) genel bir özgürleşme talebi, genel bir karşı çıkış hali olarak tarif edebiliriz: kitlelerin özgürleşme taleplerini engelleyen her türlü “establishment” karşısındaki mahkûmiyet ve teslimiyete isyan hali... Bu isyan hali her şeyden önce sorgulayıcıdır. Bu sorgulama eylemine var olan her türlü kapitalist yapılanma (ideolojik, toplumsal, siyasal) girdiği gibi reel sosyalizmin kendisi de girmektedir. Ve bütün bu özellikleri ile (yani o zamana kadar var olan siyasî pratikten de ayrılan yanları ile olduğu gibi o pratiğin tarihinden aldıkları ve alamadıkları olumlu yanları ile) bu hareket hiç şüphesiz sol bir harekettir. Solun tarihsel mirası içinde değerlendirilmelidir. ’68’i bir “sapma” saymak veya sol dışına atmaya çalışmak, muhafazakâr solun, ne kadar eksik kalmış olsa veya devamını/alternatifini getirememiş bile olsa ’68 tarafından gözümüze sokulan zaaflarında ısrar etmek demektir - 30 yıl sonra yapılabilecek en büyük gericilik de bu olsa gerek.

TÜRKİYE’DE ’68

Türkiye’de toplumsal hareketlilik ’68’den önce başlamıştı. Hareketliliğe yol açan saikler Batı’dan tamamen farklı olmakla birlikte, ’68’de Batı’da patlayan dalga Türkiye’deki harekete hem ivme kazandırdı hem de o zamana kadar var olmayan motifler ekledi. ’68’e kadar bir geri kalmışlık ve bağımlı ülke olma sorunu şeklinde kendini ortaya koyan siyasî harekete, Batı’dan gelen dalganın etkisi ile üniversitenin, eğitimin, siyasî yapılanmanın sorgulanması temaları eklendi. Türkiye’de solun, otoriter bir devlet ideolojisi olan Kemalizmin dışına taşmasında ’68 etkisinin payı büyüktür. “Devleti kurtarma” misyonundan devleti/düzeni değiştirme hedefine geçen Türkiye solu, “biz bize benzeriz”ciliğin devamı mâhiyetinde “bize özgülük” peşinde ve milliyetçiliğe bağlı bir sol olmaktan çıkıp, evrensel ufuklu ve gerçek anlamda sol bir karakter kazanmaya ’68’de yöneldi. Nostaljik ’68’cilik içinde son yıllarda başgösteren, “şeriat” konusundaki gündeme takılıp Kemalizmin müttefiki gibi davranma eğilimi, bu bakımdan Türkiye ’68’inin tarihsel karakteriyle taban tabana çelişir. Kemalizm-’68 ilişkisi hakkında bugünden bakarak söylenebilecek şey, Kemalizmin ’68 hareketine yalnızca bir ayakbağı (ayağına takıldığını düşürecek cinsten) olduğudur. Hem ideolojik zedeleyicilik anlamında, hem de 12 Mart darbesi bağlamında pratik anlamda ayakbağı olmuştur. Kemalizm-’68 ilişkisi ayrı bir inceleme konusudur ama son kertede şu söylenebilir: Kemalizm ’68 hareketinin hiçbir zaman taşıyıcı motifi olmamıştır.

Solun Kemalizmden uzaklaşması ölçüsünde, ’60’lar boyunca sol muhalefet tarafından harekete geçirici baş düşman motifi olarak kullanılan “emperyalizm” kavramı, bu aşamayla birliktedir ki, Lenin’in de kastettiği anlamda “kapitalizm”le ilintili anlaşılmaya başladı. ’68 hareketi, milliyetçilikten sıyrılırken, “yerli” bir hareket olmayı da başarmıştır: Türkiye gerçekliğiyle kitabî değil gerçek bir ilişki kurdu ve hiç şüphesiz “buralı” bir hareket oldu.

Batı’dan gelen dalganın Türkiye’deki en dolayımsız etkisi, solda/sosyalistler arasında bir çeşit (Batı’daki KP’ler gibi) muhafazakârlığı temsil eden TİP’ten kopuş oldu. Bu kopuş, Türkiye’deki sosyalist hareketin küçük çemberi içinde yaşanmakla kalmadı, sosyal demokratlaşmaya çalışan CHP dahil, en geniş anlamıyla solu etkisi altına alan bir esinti yarattı. TİP’ten ve onun temsil ettiği yasal-parlamenter yoldan kopuşa paralel olarak ’68’in Türkiye’deki toplumsal muhalefete bir dolaylı etkisi de Latin Amerika’yı saran bağımsız silahlı sosyalist hareketlerin Türkiye devrimciliği ile temasında bir basamak teşkil etmesidir. Bu temas büyük ölçüde, bu hareketlerin Batı’da yarattığı büyük sempati dalgasının yarattığı propaganda etkisi aracılığıyla kurulmuştur.

Türkiye’deki ’68 hareketinin Batı’daki hareketlerden en temel farkı ve Latin Amerika ile en çok örtüştüğü nokta, iktidar perspektifi oldu. Batı’da var olan sosyalizm deneyimlerinin (reel sosyalizmin) etkisiyle, sol hareketler iktidar sorununa soğuk bakmışlar, bu kavramı daha çok küçültülmüş alanlar için kullanmışlardır. Türkiye’de ise ’68 hareketi, “her şeyi” veya “imkânsızı” ya da “özgürlüğü” değil, doğrudan doğruya iktidarı istiyordu. Daha doğrusu, evveliyatı ’68’in öncesine uzanan hareket, ’68’den sonra böyle bir eğilime girdi.Türkiye’de ’68’le başlayan sol gelenekte iktidar sorunu artık doğrudan devlet sorunudur. İktidar sorununa bakışta, eski KP’lere göre bir perspektif genişlemesi de oldu. Var olan KP’lerin her şeyi iktidar olmak (hükümet etmek) perspektifiyle ele almalarından doğan ve amaca her şeyi tabi kılan anlayışlarının tersine, Türkiye’deki ’68’den neşet eden sol hareketler her şeyden önce meseleye var olan iktidarla hesaplaşmak açısından baktılar ve hesaplaşma kavramı zenginleştikçe bu hareketler de derinlik kazandı. Böylece, Batı’daki genel özgürleşme talebinin yerini devrim ve sosyalizm temaları tuttu. Özgürleşmeyle ilgili her türlü talebi doğrudan doğruya sosyalizmle ve devrimle özdeşleştirmek, hızla kendini kabul ettiren bir düşünme biçimi oldu ve her alanda stratejinin, politikanın yerini tuttu. Başlangıç evresinde verimli ve hamleci bir radikalizme imkân sağlayan bu tutumun, zamanla kendine özgü bir başka muhafazakârlık mı yarattığı sorusu da, bugün üstünde düşünülmesi gerekli sorulardan bir tanesidir.

’68’in Türkiye’ye diğer bir etkisi de, gerek SSCB gerekse ÇKP’den bağımsız, aynı zamanda devrimci hareketlerin öznesiyle -en geniş anlamıyla halkla- dolayımsız bir ilişkiyi içeren bir geleneği başlatabilmek konusunda verdiği ilham olmuştur. Keza bu etki yalnızca Batı’dan değil Latin Amerika’dan da mülhemdir. Bu gelenek içindeki hareketler, siyasal hedeflerini ve fikirlerini somut koşullarla, ülkenin özellikleriyle bağdaştırmakta canlı ve yaratıcı bir performans sergileyebilmişler, böylece ’68’in başardığı “yerlileşmeyi” sürdürebilen hareketler olmuşlardır. ’68 sonrasının bu anlamda en gelişkin hareketleri olarak Türkiye’de Dev-Yol, Nikaragua’da Sandinistler, Meksika’da Zapatista hareketleri sayılabilir,. Dikkat edilirse verilen örneklerde milliyetçi zedelenmeden vâreste hareketlere işaret edilmiştir - bu özellikleri, ’68 ruhuyla uyumluluklarının belki en önemli göstergesidir. ’68’in mahsûlü olarak niteleyebileceğimiz bu hareketlerin ortak özelliği, belli bir model veya siyaset anlayışını başlangıç noktası kabul etmemeleri, yani hazır reçetelere itibar etmemeleri olmuştur. Bu özgürleştirici başlangıç noktası günün koşullarına, ayırdedici yerel ve tarihî durumlara duyarlı ve her şeyden önemlisi Marksizmin özünü teşkil eden yaratıcılığa açık bir siyaset etme tarzına yönelmelerine yol açmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi bu yeni siyaset etme tarzı, geleneksel solun ilgi alanı dışındaki temaları da içselleştirme başarısını gösterebilmiş ve bütün bunların getirdiği bir toplumsal yeniden yapılanma anlayışını önüne sorun olarak koyabilmiştir. Belki de bu hareketlerin başarısızlığı da yepyeni bir şeye cüret etmenin getirdiği zaaflarla malûl olmalarından dolayıdır. Tıpkı Paris Komünü ve İspanya İç Savaşı deneyimleri gibi - 1978-80 döneminin iç savaş ortamının ürünü olan mahalle örgütlenmelerini hatırlayalım...

’68 RUHU - EĞER VARSA...

Adı ’68’le anılan hareketlerin neden söndüğü, nerelerde ne gibi hatalarla malûl olduğu tabiî ki uzun uzun ele alınabilir. Ama hata ve sevaplar ile kapanan bu defterden bugün bize kalan bir başkaldırma/mevcut durumu kabulenmeme/bir şeyler yapma duygusudur. Hem de her şart altında... Bu bakımdan ’68’li olmanın bugünkü anlamı ’98’li olmaktan geçiyor: aynı bugünleri fethetme ruhu, aynı “bir yerden başlanabilir” duygusu, aynı var olan olumsuz yapılara arkasını dönebilme cesareti, aynı “bambaşka bir şeyler mümkün olmalı” anlayışıyla...

Tabiî ki bugün ’68’li olmak demek -eğer o ruhu bugüne taşıyabileceksek- her şeyden önce ’68 mitoslarını da yıkmak demektir. Bu yıkma eylemi hem bugün bir şeyler yapmaya niyetliyseniz o günkü figürleri, sloganları, ideolojik malzemeyi, siyasal yapılanma ve programları devrimci bir tarzda aşmayı bilmek, hem de o günlerin efsanelerine sığınıp muhafazakârlığa düşmemek demektir.

Örneğin bugün devlet üniversiteleri (yani bir ’68’li için birçok şeyin başlangıç yeri olması gereken ve yine bir ’68’li için -özgür düşünceye o zaman atfedilen önem, aydın sorumluluğu tartışmaları vb.- düşünsel olarak çok üstüne titrenmesi gereken bu kurumu) çeşitli şekillerde teslim almayı amaçlıyorsa, ’68 ruhu, yani ’98 ruhu, ona her şart altında karşı çıkmalıdır. ’68 ruhu -eğer varsa ve altı çizilmesi gereken en belirgin özelliği o özgürlük talebi ise- sorgusuz sualsiz özgürlükleri ellerinden alınanların yanında olacaktır. Üstelik son günlerin üniversite olaylarında olduğu gibi, gaspedilen yalnız başkasının özgürlüğü değil hem devrimcilerin de özgürlüğüdür, hem de kazanılacak olan saç/sakal/türban özgürlüğü değil kendi olma özgürlüğüdür - ki bu da ’68’in çağrısının ta kendisidir. Bugün üniversite kapılarında, başka fikirlerdeki gençlik kitlesi ile birlikte eylem yapma cesaretini gösteren devrimci gençler için getirilebilecek tek eleştiri “neden hareketin önderliğini ele almadınız?” olabilir. Ama o gençler ’68’i ’98’e bağlayan halkayı kavradıklarını hepimize gösterdiler. Başka fikirdekilerle eylem yaparak hem özgüvenlerini ortaya koydular hem de diğerlerini kazanabilme yolunda (ki vazgeçilmez bir devrimci görevdir) bizlere yeniden umut aşıladılar. Unutulmasın ki Yusuf Aslan da ODTÜ’ye girdiğinde Müslüman bir gençti...

Şimdi artık ’98’deyiz. ’68’i yaşadık ve ondan çok şey kazandık. Sosyalizmi tekrar demokrasi ile birleştirebilir, onun özgürlükçü özünü pratiğe geçirebiliriz. ’68’lerin bize ’98’de verdiği görev budur. Onun nostaljisine kapılmak değil ondan yeniyi yaratmak gerekiyor. Nostalji saplanıp kalmaktır. Bize ise ’yeni’ gerekir.