Ama'lar, Fakat'lar, Keşke'ler

“Devrim önce bir tahayyüldür”

Castoriadis

• ’68’e otuz sene sonra yeniden bakmak, olmuş olanları, olanlara etkisini incelemek oldukça çetrefil bir iş. Aktarılan mirasın har vurup harman savuran mirasyedileri olmamak için daha dikkatli olma zorunluluğu şu an yirmili yaşlarını süren bizler için daha da bariz. Bununla birlikte dile getirmek istediklerimiz, anlatmaya çalışacağımız meram bugünden bakarak övünmek veya yerinmek değil. ’68, özellikle üniversite öğrencilerinin modernleşmenin taşıyıcıları olarak hareket ettikleri, modernleşme paradigması ile tarihsel bir “zorunluluk” neticesi örtüştükleri bir dönemi imler. Tarihsel zorunluluk olarak kastettiğimiz şeyi kısaca açmak gerekir. Türkiye’nin kapitalistleşme için izlediği stratejiler 1950’lere kadar devam eder. İlkel bir birikimin ötesinde her anlamda/alanda biriktirme sağlanır. 1950’ler ise biriktirilenlerin tedavüle çıktığı bir dönemdir.

Devletin sermaye sahibi rolünü paylaşmaya başlaması, ticaret ve sanayi sermayesi arasındaki ilişkilerin gelişmesi/şekillenmesi ve bunlarla birlikte ortaya çıkan sosyal çelişkiler bu dönemin ürünleridir. Yaşanılan çelişkiler ve 1961 Anayasası, toplumsal olarak tepkilerin farklılaşmasına yol açar. Tepkilerle şekillenen örgütlenmeler hepimizce malum, DİSK; TİP; FKF; DEV-GENÇ vb... Bu örgütlenmelerin yanısıra ortaya çıkan bir şey de üniversite öğrencilerine yüklenen, onların da yüklenirken gurur duydukları misyondur. Anadolu’dan üniversiteye gelen öğrenciler, okulu bitirecek, diplomaları ile geldikleri yere döndüklerinde hem gurur kaynağı, hem de “dönüştürücüler” olacaklardır. Oysa tam da bu noktada bir kırılma yaşanır. Üniversite öğrencileri, hayatı dönüştürmeye henüz diplomalarını almadan kalkışırlar! Sosyalizm ve ona ait literatür 1965’lerden itibaren okuma hayatımıza çeviri halinde neşrolurken, insanlar tuhaf bir donanımla ’68’e doğru yaklaşırlar. 1965’ten sonraki bir iki sene içinde tartışmalar şiddetlenmeye saflaşmalar açığa çıkmaya başlar. Var olan partinin tavrı (TİP), devrim algılayışının polarize olması, gençlik örgütlenmelerinin şeklinin değişmesi, modernliğin taşıyıcısı olan üniversite gençliğinin profesyonel devrimciliğe uzanan ivmeli hareketi çok kısa bir zaman diliminde gerçekleşir. Ve neredeyse attıkları her adım göz kararı, bulunan her yol el yordamıyla olur.

Dünyada ’68 “Aydınlanma Çağı”nın sorgulanmaya başladığı pratik bir milatken, Türkiye’de ise modernleşme paradigmasının uzun bir müddet soluklanmasına yetecek derin bir nefes gibidir. 1995’te Koordinasyon deneyimimize bakarken, o dönemde yaşananların sürekli olarak düşüncelerimizde, tartıştığımız “Mimarlık” sınıflarında yankılandığını fark ettik. Koordinasyon, bir anlamda bizlerin aynı ’68’deki gibi göz kararı, el yordamı hareketlerle kotardığımız, kendi kendimize yeniden keşfettiğimiz bir kıtanın sınırlarıydı sanki. Ta ki ’68’in bu idealist yanından kopup, “reçete” zamanlarına dönene kadar. Yine faşizm analizleri, kitle psikolojisi, devlet ve devrim tanımları / tartışmaları, iyi niyetin tükendiği noktada “tüzük” arayışları... Yani ’68’in bir türlü “hesaplaşılamayan” öteki yüzü veya ’68’in değil hepimizin içindeki küçük iktidarların savaşı.

• ’68, Avrupa’da, 20. yüzyılın modern ulus devletleriyle ortaya çıkan ve modern siyaset algısı diye tariflendirebileceğimiz bir döneme karşı çıkışın simgesidir. Kapitalizmin geldiği aşama ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan sosyal refah devleti; insanı hızla mekanikleştiren ve onu kendine, doğaya ve toplumsal yaşama yabancılaştıran gelişmeler; savaş sırasındaki iktidarın reflekslerinin savaş sonrası toplumu daraltan, baskılayan bir hale gelmesi; bilgi üretim süreçlerinin uzmanlaşmanın esirine dönüşmesi; toplumun adeta devlet gibi kendini sürekli muhafaza etme gereksinimi duyması ve bunu homojen bir toplum projesi olarak mutlaklaştırması; siyasetin verili bir iktidar coğrafyasına, bir merkeze ve profesyonelleşmiş kimi insanlara özgü bir faaliyete dönüşmesi… Bunlar, “hayatın moderne dönüştürülmesi” projesinin değişik alanlardaki yansımalarıdır. Ve tüm bu yansımalar, geleceğinin, bu tahakküm alanları yüzünden boğulacağını düşünen muhalif bir öğrenci hareketinin karşı tepkisiyle, 1968’de yüzleşmek zorunda kalmıştır. Özellikle savaş sonrası dünya konjonktürü düşünülürse toplumsal muhalefetin yükselme potansiyeli gençlik hareketinin de ivmesi olmuştur. Bu noktada ’68 hareketinin dile getirdiği şey geleneksel siyaset algısına karşı çıkıştır. Dolayısıyla üretilen, yüzü iktidara dönük olmayan, gündelik hayatı kaale alan ve toplumsal muhalefetin diğer unsurlarıyla da (işçi hareketi, savaş karşıtlığı, kadın hareketi, hippiler, beatnikler, eşcinseller …) bu mecrada biraraya gelebilen bir muhalefet hareketidir. Bu anlamda ’68 bir “aydınlanma anı”, bir toplumsal devrim tahayyülü ve aşağıdan modernliğin bir parıltısıdır. O parıltının içinde, geleneksel siyasetin boğucu havasının tersine, insanları alıp götüren özgürlükçü bir hava hakim olmuştur.

Türkiye’deki ’68 öğrenci hareketi ise; modernleşme/kalkınma çabası içindeki bir ülkede, bu modernleşme rüyasını gençliğin kendi algıladığı biçimlerle gerçekleştirme çabasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki ’68 hareketine dair söylenebilecek ilk söz, “modern” siyaset yapma tarzına alternatif olmadığı, hatta tam tersine bu tarza uygun olarak kendine “dönüştürücü” bir misyon biçtiğidir. Tam da bu noktada, “bizim” ’68’in sadece Kemalizm’le damgalanarak eleştirilmesi bir problematik içermektedir. Çünkü söz konusu olan, belirli bir ideolojiye angaje bir hareketten ziyade, mevcut siyaset yapma alışkanlıklarının tezahüründen ibarettir. Nitekim dildeki ekonomizm, “eşit dağıtım”, “sanayii hamlesi” argümanları, bağımsızlık bilinci, popülizme kayan “halk” söylemi, Kemalizm’e özgü argümanlar olmaktan çok modern ulus-devlet politikalarıdır. Buradan bakıldığında mesela bolşevizmin de Türkiye’deki ’68 hareketindeki etkin durumunu anlamak mümkün olacaktır. Her iki politik söylem de toplum mühendisi olmakla malûl, aşağıdan yukarı modernleşmeyi engelleyici, bireyi kendi özgür iradesinden çok devrimci önderliğin özgül ve “özgür” iradesine tabi kılan, özne tasavvuru dar, homojen ve ulus-devletle sınırlı bir anlam dünyasını betimlerler. Dolayısıyla sadece Kemalizm eleştirisi bahsi geçen “modern siyaset tarzı” aşılmadığı sürece anlamlı olmayacak, eksik kalacaktır ve bu eleştiri bir öteki halini alan Kemalizm üzerinden kolaycı bir ezberle savuşturulacaktır. İşte bu yüzdendir ki, ’68 sonrası sol siyasetlerin böyle bir eleştiri verdiklerini iddia etmelerine rağmen siyaset tarzlarının çok fazla değişmemesi, bu devamlılığı sergilemesi açışından önemlidir.

Türkiye’de 1968, muhalefet etme geleneği olmayan dolayısıyla muhalefetin dayanaklarını kitaplardan öğrenen ve teoriyi pratik içinden bulabildiği örneklerle gören (doğrulayan), inançlı, cesur bir öğrenci hareketinin şekillendirdiği bir dönemdir. Yaşadıkları toplumu değerlendirirken eksik/yanlış tespitler yapmış olmaları, bakılan yere, düşünülen soruya göre değişir elbette. Ama yaşanmış olanı doğru değerlendirebilmek için bugüne kalanlara bakmak önemli hale gelmektedir. Bu noktada Türkiye’deki ’68’i değerlendirirken yerleşik siyasi kültürden, siyaset yapma tarzlarından, “devrim”den ve muhalefetten ne anlaşıldığından da bahsetmek gerekiyor. Türkiye’de muhalefet etmek, varolandan farklı düşünüp farklı davranmaktan ziyade farklılığa tahammül etmeyen bir devletle cebelleşmek anlamına gelmiştir. Muhalefet yüzünü devlete dönmek ve toplumla değil, devletle muhatap olmak durumunda kalmıştır. Düzenle bir derdi olduğunu söyleyen her grup önce gözüne iktidarı kestirmiş, gerçek manada muhalefeti, yani yeni bir toplumsal yaşam arayışını erteleyegelmiştir. Siyasi ufkumuz da böylece bitmek bilmeyen bir iktidar mücadelesiyle sınırlanmıştır. Siyaset, bir kimsenin başkalarıyla birleşerek dünyayı etkilemesinden çok hükmetmek, olamıyorsa hükmetmeye aday olmaktır bizde.

Siyasal kültürümüzde siyaset ve iktidar birbirine neredeyse eşdeğerde kavramlardır. Siyaset, sözlüklerde bile “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” diye tanımlanır. Siyaset ve iktidar neredeyse eşanlamlı hale gelince de iktidar bütün siyasal ilke, düşünce ve programların ötesinde kendi başına bir değer haline gelir ve bir siyasalfikirler ve değerler bütününün elinde bir araç olmaktan çıkar, başlı başına bir amaç, “iktidar için iktidar” olur. Fikirler, ilkeler, vaadler, programlar “iktidar için iktidar”ı gizleyen yalanlar olurlar böylece.

Türkiye’de “devrim” kavramının algılanışı da uzun süre bu kültürel zemin üzerinde şekillenmiştir. Nitekim, ’68 gençlik hareketleri için de “devrim”, tarihin en kapsamlı toplumsal dönüşüm projesi olmaktan ziyade bileşeni olunan siyasal yapının siyasal iktidarı ele geçirmesidir. Devrim, iktidara geçilen büyülü bir şafak vakti veya kızıl bir akşam üstüdür ve hep özlenen bir “an”dır; söylenenler de hep o “an”a dairdir. Bir ton laf edilir onun üstüne: stratejiler, taktikler, somut durumların somut analizleri... Kısacası “tarihin pususu”na yatılıp devrim beklenir. Bir kriz anında halkın devrimcileri keşfedip, onların peşine düşmesi ve onları iktidara taşımasını umulur. Bu anlayış içinde, “bugün” pek bir anlam ifade etmez ve yaşamı bugünden başlayarak değiştirmek düşüncesinin yerini çelişkilerin keskinleşmesini beklemek alır. Şimdi konuşmak pek mümkün olmadığı için önce devrim yapıp (iktidara gelip), sonra konuşmak hedeflenir. İktidarın sanılandan çok daha yaygın olduğu, evde, okulda, işyerinde, sokakta kısacası gündelik hayatın her dokusuna nüfuz etmiş olduğu; bir şekilde her yerden her şeye karşı olmak, yeni ve başka bir hayatı bugünden kurmak gerektiği es geçilir.

İktidara gelmek en acil sorun olunca, önerilen köklü toplumsal dönüşüm yalnızca güç ilişkileri, iktidar stratejileri terimleriyle anlaşılır ve anlatılır hale gelir. Özgürlükçü bir toplumsal yaşama projesi olarak sosyalizm ve devrim bir iktidar mücadelesine katılmak anlamında siyasaldır elbette. Ancak onu salt bu yönde kavramak devrimciliği reel politiğe sıkıştırmak ve onun çok boyutlu karakterini atlamak anlamına gelir. Yaşamın her alanına dair farklı söz söyleme yöntemleri üzerinde kafa yormadığımızdan sözcükler aradan çıkar ve herkes devlet gibi konuşmaya (homurdanmaya) başlar. Muhalefet iktidar olup, iktidarın diliyle söyleyeceklerini söylemeyi düşlemektedir. Böylesi bir devrim tasavvurunda devrimin ertesi günü herkes ve her şey değişecek, bir kararnameyle emek meta olmaktan çıkarılacak, bir başkasıyla da yabancılaşma ortadan kaldırılacaktır. Nasıl olsa artık iktidardayızdır ve konuşma sırası “bize” gelmiştir. Ama iktidarın dili hep aynı kalır aslında, söylenenler değişir belki, ama o otoriter, buyurgan ses tonu hiç değişmez. İktidarın dilini konuştukça geçmiş iktidarlara benzemek de kaçınılmaz olur. “Kızıl” ordularımız, “sosyalist” bürokratlarımız, “komünist” diplomatlarımız ve “proleter” generallerimiz artık işbaşındadır.

• ’80 sonrası ilk büyük öğrenci hareketi olan ’89 süreci eski tarzın diriltilmesi yönünde bir hareket olmuştur. Yüzünü iktidara dönme konusunda direten ve devrimi bir stratejiye indirgeyen bu hareket, hem stratejik hem de lojistik açıdan kendinden çok daha donanımlı olan devlet karşısında geriye hiçbir şey bırakmadan eriyip gitmeye mahkûm kalmıştır. 1995’teki Koordinasyon deneyimi bir anlamda bu klasik siyaset tarzlarının sıkı bir eleştirisi, “yeni”nin oluşturulabilmesi için cesur bir ilk adım sayılabilir. Taa ki, ilerde anlatılacak nedenlerden dolayı başlayan geri çekilmeyle birlikte geleneksel siyaset tarzına avdet edene kadar.

1995-96 öğretim yılında, harçlara yapılan büyük orandaki zamlara karşı gelişen tepkiler doğrultusunda, yıllar sonra üniversitelerde kısmi de olsa bir hareketlilik yaşanmıştı. Genelde öğrencilikleri ve muhalif duruş biçimleri dolayısıyla biraraya gelen ve günlük hayatta karşılaştığı olumsuzluklara karşı söyleyecek sözü olan gençlerin oluşturdukları fakülte çalışmalarının bir eşgüdümü olarak oluşturulan Koordinasyon, yeni dönemde gençlik muhalefetine, öğrenciyi eylemden eyleme sürüklenen bir katılımcı olarak değil, kendi sorunlarına sahip çıkan bir özne olarak gören bir anlayışı kazandırmıştı. “Öğrencilerin öğrenci olmaktan kaynaklanan sorunlarından yola çıkarak, onları önce demokratik, sonra da sosyalist bilince kazanmak” şeklinde özetlenebilecek bir “politizasyon” anlayışı karşısında, insanların kendilerini aktörleri olarak hissettikleri mücadelenin tüm süreçlerinde, potansiyellerini ortaya koyabildikleri, kendilerinden büyük hiçbir gücün olmadığı bir siyasi pratiğin adı olmayı denemişti o zamanki deyişle “Koordi”.

Bir “örgüt”ün varlığı, katılanları belirli bir güven mekanizmasına tâbi kılarken, bir yandan da birlikteliğin hareketini hızlandırmak için örgütün nasıl sevk ve idare edilmesi gerektiği konusunda tartışmalara yol açar. Bu tartışmalar ya merkezileşen karar organlarının oluşmasına, ya da yerellerde alınan kararların yerelde uygulanması ve diğerlerine bilgi aktarımı veya genel eylemliliklerde birliktelik şeklinde sonuçlanır. Katılan bireylerin potansiyellerini gerçekten ortaya koyabildikleri ve gönüllü iş/düşünce birlikteliklerini devam ettirebildikleri yapılar geleceğe dönük bir yaratıyı da ortaya koyarak varlıklarını devam ettirirler. Koordinasyon modern paradigmanın dayattığı akli, merkezi yapıların dışında belirli bir dönem “irrasyonel” gibi görünen, esnek, adem-i merkeziyetçi birliktelik anlayışıyla, katılan tüm bireylerin kendilerini gerçekten parçası hissettikleri ve bu doğrultuda sahiplendikleri bir yapı oluşturabilmiştir. Söz dinleyen değil söz söyleyenlerin biraradalığı, toplumsal taleplerle birleşerek anlamlı bir ivme yakalanmasına sebep olmuştur. İnsanların kendilerini ispat etmek arzusuyla yanıp tutuştukları bir yaşta böylesi bir birliktelik biçiminin parçası olmaları, hayatlarının geri kalanında hakiki bir özgürlük anlayışının pekişmesine temel olacaktır kuşkusuz.

Bu muhalefetin bir niteliği de, sol siyasal kültürün önemli özellikleri olan; farklı olana tahammülsüzlük ve gücü bir değer olarak yüceltmenin reddiyesi üzerinde şekillenmesiydi. ’68’de yaşananlar ve ondan sonra Türkiye’de yaşanan süreç, öğrenci muhalefetinin yüzünü iktidardan çeviremediği için iktidara yönelik bir kodlama sistemi yaratmıştır. Yukarda da belirtildiği gibi, böylesi bir düşünce dünyasında devrim de masa başında stratejik mevzilerin ele geçirilmesine, oluşması beklenen güç ittifaklarına, kültürün eleştirisi ve yeni bir kültürün hep birlikte yaratıcısı olmak yerine, kahramanlık kültü, bacı “edebiyatı” gibi “halkın değerleri”ne sahip çıkılarak mevcut popüler kültüre eklemlenme çabasına mahkum kalmış ve yeni bir beğeni, yeni bir dünya yaratmanın aracı olmaktan uzaklaşmış, mevcut beğeniyi/dünyayı farklı bir yerden üretir hale gelmiştir. Bu amalgam strateji, anlayışı adeta standartlaşmaya ve dolayısıyla bir ezberin oluşmasına neden olmuştur. Bu ezberin oluşturduğu dil de iktidar tarafından çözülmeye ve fişlenmeye müsait, kolay edinilebilir, tedirgin etmeyi amaçladığı iktidarın elinde oyuncak olan bir dile dönüşmüştür. Bu noktada verilecek bir örnek anlamayı kolaylaştıracaktır sanırız. 29 Şubat 1995’te İÜ’deki işgâli gerçekleştiren geleneksel sol siyasetler karşısında, ’68’in “frukoları”, kolayca “urun teröristlere” diyen robocop ordusuna dönüşmüş ve bu müdaheleyi meşru bir temele oturtabilmişti. Oysa koordinasyonun sürüklediği “işgal olmayan işgallerde”, hem “sıradan” öğrenciyle bir ilişki yakalanmış, hem de kullanılan dille (Mimar Sinan’da Koordinasyonun bir bildirisini okuyan polisin tepkisi “Hani, bunda oligarşi yok, faşist devlet yok...Bu ne biçim bildiri?” olmuştu) gerek polisin gerekse solcu olmayanların ezberi bozulmuştu. Kendileriyle dayanışmaya gelenlerle, işgalciler arasına barikat kuran polisin atılan sloganlarla karışan kafasıyla (sloganlar arasında “üniversiteler bizimdir, bizimle özgürleşecek” kadar “polis boş durma bize çay getir” veya desteğe gelenlerin attığı “bir arkadaşa bakıp çıkacaz”a karşılık içerdekilerin “damsız girilmez”i gibi sloganlar da atılıyordu!)[1], bugün de bir dolu eylemde acımasızca cop kullananların kendinden eminliği arasındaki bu fark, dildeki farklılaşmanın önemini gösteriyor sanırız. Dolayısıyla muhalefet ederken iktidarın bilmediği, önceden tanımadığı, böylece kolaylıkla çözemediği, çeviremediği bir dil ve tavır tutturmak, ezber bozabilmek, iktidarı afallatabilmek, “ne var ya”, “noluyo be” tepkisinin kendiliğindenliğini ve “has devrimci” jargonun aşılması gerektiğini gözden ırak tutmamak gerekir. Çünkü gerçeksiz jargon karşısında sıradan, gündelik dil ve eylemin yaratılması, bu eylemlerle ulaşılmak istenen “kitleler” için hem çağrıcı olabiliyor, hem de kitlelerce gerçekten paylaşılabiliyor. Sol söylemin gündelik hayatın içinde kurulan bir şey olması, o gündelikliği “bilimsel” bir teorinin kanıtlanması için basit bir nesneye dönüştürmeden, toplumsal gerçekliğin tekabül ettiği noktada müdahil olabilmek için elzemdir. Alışıldığı üzere, solcu öğrencilerin “sıradan öğrenci”yi afiş ve bildirilerle birtakım isimler adına bir yerlere çağırma biçimi ve önceden var olan basma kalıp söylemler yerine Koordi’de belki eksik ama samimi ve yalın söylemler kullanılmış, meşru bir örgüt aracılığıyla düşünmeye ve eylemeye çağıran bir tarz benimsenmiştir. O dönem için “şeffaf ilişkilere ve kitlesel bir birikime sahip olan Koordinasyon, dar grup zihniyetinin ikameci anlayışlarını aşarak, kendi başına öğrenci kimliği ile gerçekleşen sağlıklı bir siyasallaşmanın sahiciliğinin de önemini ortaya koymuştur.”[2]

Maalesef, öğrenci hareketini toplumsal muhalefet içerisinde özgürlükçü bir odak haline getiren bu tarz, bilince çıkamamış ve politik duruşu belirleyen bir öğe olamamıştır. Nitekim sürecin sonuna doğru üniversitenin tüm gözeneklerine yayılarak ve tüm politik süreçleri en geniş katılıma açarak bir özyönetim kültürü oluşturma hedefinin açıklıkla tarif edilmemesi ve sürece sonradan dahil olan geleneksel sol siyaset ve anlayışların gerçekleştirdiği sunî “politikleştirme operasyonları”na maruz kalınması ile iç işleyişte farklılıkları meşru kabul eden, özgürlükçü bir bireyler hukuku anlayışının oluşturulamaması, “eski” siyaset yapma tarzlarının hakim olmasına yol açmıştır. “İçteki katılımcı ve özgürlükçü işleyişi ve eylemlerdeki yaratıcılığı engelleyen bu durum, solun politik kültür, jargon ve ‘racon’larına yabancı olan ‘apolitik’ öğrenci ile aradaki kopukluğun derinleşmesine neden oldu. Bu dönemde, asıl olarak ‘parasız eğitim’ talebi öne çıkarıldı ve kamuoyunda da bu talep, ‘harçsız üniversite’ olarak algılandı. Mücadelenin harçlara karşı odaklanması öğrenci hareketinin nasıl bir üniversite tahayyülüne sahip olduğunun altının doldurulamaması ve bu konuda somut öneriler geliştirilememesi, tutturulan eylemlilik tarzı ve dilin tüm yaratıcılık ve zenginliğine karşın, hareketin dar ekonomik taleplere sıkışmasına yol açtı. Böylece öğrenci muhalefeti, reaksiyoner bir söylemin ötesine geçemedi ve kendi gündemini kendisi yaratan bir muhalefet odağından çok, gündem takip eden, mücadelesini, önüne gelen /getirilen gündemlerle şekillendiren bir noktaya geldi. Sonraki dönemde yükseköğretim harçlarında büyük oranlarda artış görülmemesi, üniversitedeki tepkisellikte bir yumuşama yarattı ve öğrenci hareketi de büyük bir sessizliğe gömüldü.”[3]

• 1968, Üçüncü Dünya’daki hareketlenmelerle, Küba Devriminin getirdiği umutla ve belki de en önemlisi savaş sonrasında tüketim toplumunun gelişmesi ile birlikte aslında değişmeyen “bir şeylere” karşı, toplumu dönüştürmeye çalışan bütünlüklü bir hareketti. Dünyanın farklı bölgelerinde sorunların farklılığına rağmen eş zamanlı bir gelişmeydi bu. Batı Avrupa’da modern olanın, tüketim ile birleşerek meşrûiyetini savaş sonrasında oluşan dengelere dayamaya dönük yüzü, yerini önlenemez bir biçimde, sınıflar, topluluklar ve aykırılıklar arasındaki farkların vurgulanmasına; 19. yüzyılda Marx’ın ustalıkla becerdiği teori-pratik birlikteliğinin sonucu olan ve uzun zamandan beri yalnızca kitaplara sıkışan “toplumsal tip”lerin gerçekteki yansımasıyla buluşmasına olanak sağlamıştı.

Türkiye ile “Batı” arasında yaklaşık 30 senelik bir makas olduğunu düşünelim. Bugün tüketim toplumunun, gösteri toplumunun ülkemizde ne kadar “canlı” olduğunu, medyanın gelişmesini ve ulaşılacak bilgi üzerindeki manipülasyonları hatırlayalım, iktidarı çeşitli yönleriyle paylaşanların yarattıkları bu “müreffeh” toplum karşısında yitirdikleri meşrûiyetlerini, özellikle bunun farkında olan aynı iktidar sahiplerinden bazılarının vurdumduymaz hale gelişlerini, bazılarınınsa bu meşrûiyet yitimini ülkenin toplumsal muhalefetine tahvil ederek “yırtmaya” çalıştıklarını gözden kaçırmayalım. Belki de, ’68’den daha çok bugün, “devrim” yapabilecek durumdayız. Ancak aynı zamanda kapitalizmin meşrûiyetinden daha emin bir şekilde genişlemesini, sınırların ve devletlerin ötesine taşarak hareket ettiğini düşünürsek, bugün, moderne ait devrimci özne arayışlarının yerini bir devrimci özneler kümesine bırakmak zorunda olduğu gerçeğini aklımızın bir yerine koyarsak, Batının etrafında dönüp duran devrim algısını Batı-dışına çevirebilir ve Marx’ın işaret ettiği, her insanın kendi potansiyelini ortaya koyabileceği özgür dünyanın oluşmasına katkıda bulunabilecek kararlılığı gösterebiliriz. Dolayısıyla Aydınlanma Çağı’nın modernlik projesindeki tektipleştirici kökleri eleştirmek, diğer yandan da eleştirilen bu projenin özgürleştirici potansiyelinden yararlanabilmek, daha iyi bir dünya kurmaya dönük sosyalizm perspektifimizi özgürce hareket eden ve özgürce bilen bireyler olarak geliştirmek; öğrenci hareketindeki özgürleşme alanını keşfedebilmekten geçiyor.

Koordinasyon bu özgürleşme çabasının bir kıvılcımıydı belki de, ya da başta da söylediğimiz gibi bir “aydınlanma anı”...

[1]“İçerik Sözü Aşıyor”, Express, sayı:112, 9 Mart 1996.

[2]Koordinasyon’un 20 Aralık 1995’te Beyazıt’ta gerçekleştirdiği mitingte Ufuk Uras’ın yaptığı konuşmadan. (Cephe, sayı:1, Ocak 1996).

[3]“Üniversitelerdeki Saldırılar Ve...”, Kerem Ünüvar - Stefo Benlisoy, Birikim 104, Aralık 1997.