Bombalama Eylemleri Üzerine: Silahlı Mücadele mi?

Son günlerde büyük şehirlerimizde gerçekleştirilen bir dizi bombalama eyleminin PKK -veya onunla işbirliği halindeki örgütler- tarafından tertiplendiği iddia ve kanısı gayet yaygın. Somut delil yok ama, bildiğimiz kadarıyla şu ana kadar PKK da o tür eylemlerle ilişkisinin olmadığını ve bunları kınadığını kesin bir dille ifade etmedi. Hoş, böyle bir açıklama yapsaydı bile şüpheleri dağıtmış, ithamları durdurmuş olmayacaktı.

Çünkü PKK’nın bu tür eylemleri kategorik olarak reddetmediği biliniyor. Sicilinde buna benzer birçok eylem yazılı.

Ancak, en azından konjonktürel nedenlerle PKK’nın hiç değilse şu üç-beş ay boyunca -“teknik” deyişle- “sivil halkı” hedef alan bu tür eylemlerden bilhassa uzak durması gerekmez miydi? Kendisi hakkında “terörist” mi yoksa siyasal bir hareket mi olduğuna dair tartışmanın gayet önem kazandığı şu kritik evrede PKK, eğer terörist bir örgüt olduğunu zihinlere en net biçimde yerleştirmek istiyorsa, bu tür eylemler gerçekten de bunun için biçilmiş kaftandır.

Kaldı ki, eylemin hedefi olmasını gerektirecek bir özelliği olmayan yerlerde -yani herhangi bir yer, her yer olabilir-, olay mahallinde tesadüfen bulunan kişilere -herkes, hepimiz olabiliriz- karşı herhalde azami zayiat kasdıyla işlenen bu cinayetlerin gerçek bir insanlık suçu olması bir yana; bunlar aynı zamanda PKK -dolayısıyla Kürt- eylemleri niteliği ile çok daha kapsamlı ve vahim sonuçları da tahrik edebilir. Eylemciler herhalde “iş”in bu yanını da biliyor, “hesaplıyor” ve istiyor olmalıdırlar. Bu ülkede yıllardır akan kanın, çekilen acıların, duyulan öfkelerin beslediği karşılıklı milliyetçiliklerin bir “sivil savaşa” dönüşebilecek bir patlama potansiyeli oluşturduğunu, bilmeyen, hissetmeyen yoktur herhalde. Metropol kentlerde, özellikle yoğun karma bir nüfusun yaşadığı kenar semtlerde, böylesi bir kanlı sabotaj eyleminin zincirleme bir reaksiyonla tüm kente, bölgeye ve hattâ ülkeye yayılacak bir Kürt-Türk boğazlaşmasını ateşlemesi hiç de çok uzak bir ihtimal değildir. O alçakça eylemleri her kim tertiplemişse bu korkunç ihtimal üzerine oynadığından habersiz sayılamaz, sayılmamalıdır. Söz konusu kanlı sabotaj ve bombalamaların hemen ertesinde “PKK’nın büyük kentlerde suları zehirlediği” gibisinden söylentileri yayanlar da öyle. İstanbul gibi bir kentte valilik sorumluluğunu taşıyan şahsın, HADEP’i o eylemlerin düzenleyicisi olarak gösteren üstü kapalı sözleri edebilmesinde kan dondurucu bir kasıt yoksa tam bir sorumsuzluk ve gaflet vardır.

Türkiye gibi şiddet kültürünün zayıf olduğu hiç de söylenemeyecek bir ülkede, 6-7 Eylül, Kahramanmaraş ve Sivas gibi ürpertici olaylara nasıl kolaylıkla sürüklenilebildiği de biliniyorken, herkes ve özellikle şu veya bu biçimde “siyaset içinde” yer alanlar; şiddet ile “oynarlarken” nasıl bir zemin üzerinde durduklarını gayet iyi bilmek zorundadırlar.

Ancak şiddetle içiçe yaşayan, bununla yüklü havayı soluyan ve buna alışan toplumda en zor şey de budur. Kaldı ki, sorun sadece devletin sahip olduğu şiddet kullanma “hak”kının genişliği ve üstelik bununla da yetinmeyerek yasal sınırlarını pervasızca aşabilme geleneğinden, toplum içi ilişkilerde kaba kuvvet ve silah kullanımının yaygınlığından ve düzen karşıtlığının, devrimciliğin dahi tutarlık ve içtenlik derecesinin silahla ölçülüyor olmasından ibaret değildir.*

Çünkü bu tanımlama içinde şiddet, ilişkide güçlü, üstün konumda olanın veya bu konuma geçmeyi amaçlayanların eylemi olarak söz konusu edilmiş oluyor. Oysa son yıllarda bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaygınlaşan bir “dipten gelen şiddet” olgusu var. Post-endüstriyel toplumların metropol varoşlarını dolduran “yeni yoksullar” -“dışlanmışlar”- ve dışlanma tehdidi altında yaşayanların, benzer statüdeki azınlıkların kendi içlerine dönük, kendi aralarındaki ilişkileri belirler hale gelen şiddetten, şiddet potansiyelinden söz ediyoruz. Çoğu kez “gayri siyasî” olan bu şiddet pek çok metropol kentinde yaygın bir “kurumsallık” kazanan gençlik çeteleri, alt mafya örgütleri, holiganlık vs biçiminde dışa vuruyor. Kurumsallaşmış -ekonomik, toplumsal, siyasal- şiddete ve onun kurumlarına tepki değil bu. Mutlaka böyle bir kaynağı varsa da şiddetini o “üst düzey”e değil, kendi düzlemindekilere yönelten, o düzlemdeki şiddeti uygulayan taraf veya konum olmaya yönelmiş bir tepki bu.

Siyasileştiği durumlarda da bu dikkate değer özelliği pek değişmiş olmuyor. “Yabancı” düşmanı, milliyetçi faşist hareketlerin malzemesi olduğunda bu özelliği pek yadırgatıcı ve yeni sayılmaz gerçi. Ama “sol”a yöneldiğinde bu özellik son derece ciddiye alınması gereken sorunlar doğuruyor. Sosyo-ekonomik konumları açısından bakıldığında sola “devrimci”, sosyalist sıfatlı hareketlere yönelmeleri doğal olan, ama 1970’li yıllardan itibaren o sosyo-ekonomik statü ve altındakilerde belirgin ve egemen olan -ontolojik karamsarlık, zaaf diyebileceğimiz- bir yaklaşım ve davranış tarzının doğrudan ve dolaylı sonuçları ile bu unsurlar, içinde yer aldıkları sol hareketlerde -biraz zorlanarak da olsa- niteliksel denilebilecek bir değişikliğe yol açtılar.

Sol-sosyalist sıfatlı hareketlerin silâhlı mücadeleyi reddetmeyen örgütlerine, ama daha çok da sadece “silâhlı mücadele” üzerine kurulu hareketlere katıldıklarından az önce “farklı” olduğunu işaret ettiğimiz “şiddet” tarzları ile bu hareketlerde nasıl bir değişim olduğunu tespit etmek ilk bakışta pek kolay değildir. O, sol-sosyalist sıfatlı hareketlerin klasik “silâhlı mücadele” terminolojisi, bu tür mücadelenin meşrû ve zorunlu olduğuna dair argümanlar, olduğu gibi devralınmış, belki bir ölçüde güncelleştirilmiştir. Fakat klasik -geleneksel- sol silâhlı mücadele örgütlerinin -askerî işgale karşı kır gerilla mücadelesi verenler hariç- “dikey”, yani sistemin ekonomik, politik-askerî yapılarının üst-kilit noktalarına, seçilmiş hedeflere yönelik şiddet eylemlerinin yerini o yapıların alt kademelerine, halkla doğrudan temas noktalarına yönelik -yatay- şiddet eylemleri almaktadır.

Tüm dünyada ’70’li yıllarla birlikte ortaya çıkan bu “yeni silâhlı mücadele” örgütlerinin şiddeti yataylaştıran özelliğinin bir diğer “yansıması” da örgüt içi şiddetin, “infaz”ın dikkate değer fazlalığı, artışıdır. Bu olgu, örgüt içi infazların neredeyse “düşman” aygıt ve kişilere karşı tertiplenmiş eylemler için kullanılan övünç yüklü ifadelerle duyurulması ile birlikte ele alınmalıdır. Böylece bu infazlara da öteki eylemler gibi bir “güçlülük” kanıtı gözüyle bakıldığı, bir propaganda değeri verildiği görülüyor. Oysa klasik sol silâhlı mücadele “geleneği”nde örgütler kendi içlerinde gerçek bir ajan tespit ettiklerinde ve “infaz” ettiklerinde bu olayı bir zaaf olarak algılarlar, olabildiğince gizlemeye çalışır, duyulması halinde değil propaganda, tam aksine, bir karşı propaganda malzemesi olacağını düşünürlerdi.

Buna örgütler içindeki havanın aşırı ölçüde bir “ajan şüphesi” ile yüklü olduğunu da eklemek gerekir. Örgüt üyelerinin en ufak itiraz, ihmal veya hatalarının dahi “ajanlık” ithamına yol açabildiğini, bu ithamlar için kullanılmak üzere objektif ajanlık -bildik ajan- yanısıra bir de subjektif ajan kategorisi oluşturulduğunu ve bu sonuncunun örgüt içi hesaplaşma ve infazlarda pek sık kullanıldığını görmekteyiz.

Kural olarak silâhlı mücadele örgütleri meşrûiyetlerini devlete karşı verdikleri mücadelenin haklılığı üzerine kurarlar. Silâhlı mücadele ideolojisi, devleti ister varlığı başlı başına sorunun kendisi veya kaynağı, ister sorunlu bir toplumsal-ekonomik düzenin -ve onun egemenlerinin- başka aygıtı olarak tanımlıyor olsun, o devleti, kendisi ile mücadele etmek için silâhtan başka hiçbir yol bırakmayan veya ancak ve yalnızca silâh, şiddet ile üstesinden gelinebilecek bir kötülük olarak gösterilen bir açıklama kalıbı içerir. Bu kalıp modern ulus-devletin “iç” ve “dış düşman” kategorileri üzerine kurulu kendi meşrûiyet ideolojisinin bir simetriğidir. Devlet de iç ve dış düşmana karşı en kesin, etkili ve asla vazgeçilmeyecek mücadele aracının silâh ve şiddet olduğu varsayımı üzerinden çalışır. Devlet imkân ve araç zenginliği ile iç ve dış düşmanlara karşı başka mücadele vasıtalarını kullanmaya ağırlık verdiği durumlarda bile bu vasıta ve yöntemlerin gerisinde silâh ve şiddet gücünün yer aldığını ve o vasıta ve yöntemlerin etkili olmalarında bunun bilinmesinin her zaman önemli bir etken olduğuna inanır.

“Normal” devlet mantığında iç ve dış düşman özerk, birbirinden farklı olgular olarak ele alınır. Ancak devlet, “normal”likten uzaklaşan durumlarda “olağanüstü hal”lerde, böyle bir farklılığın olmadığını kabul ve iddia noktasına kolaylıkla kayar. Bu durumlarda “iç düşman” dıştakinin ya uzantısı ya da onun yönlendirdiği, tahrik ettiği veya kullandığı bir unsur olarak sunulur, devlet propagandası topluma bu algılamayı kabul ettirmek üzerine kurulur.

Bu açıdan da bakıldığında silâhlı örgüt ile olağanüstü hal devletinin tamamen özdeş mantıkta oldukları görülür. Devletlerin “dış düşman”ın açık zorlamaları karşısında bunaldığı, ama kendini onunla başedemeyecek kadar güçsüz hissettiği durumlarda bu çaresizliğin öfke ve hışmıyla “iç düşman”a yönelir, dış ve iç düşman ayrımı işte bu hallerde silinir. Devlet, dış düşmana karşı kullanamadığı, kullanırsa zararlı çıkacağı silâhlı ve şiddet gücünü “iç düşman” üzerine boşaltarak, bu eyleminin “aslında” “dış düşman”a karşı yapılmış sayılması gerektiğini söyler, toplumu buna inandırmaya çalışır.

“Dış düşman”la mücadelenin yerine geçirilen bu iç düşmanla mücadeleye yoğunlaşma tutumunun silâhlı örgüt mikro kozmosundaki izdüşümü “ajanların temizlenmesi” ve “örgüt içi infazlar”ın bir güçlülük havası verilerek önem kazanmasıdır. Ancak her iki durumda da temelde itiraf edilmeyen, edilemeyen, edilmesine şiddetle karşı çıkılan bir güçsüzlük, çaresizlik olgusu vardır. “Normal” halde bir devletin kendi toplumunda muhaliflerinin varlığı o devletin temsil ettiği yapının “zaafı” olarak görülebilecekken ve devletin o muhaliflerini “temizlemesi” temsil ettiği yapıda bir güç azalması olarak değerlendirilebilirken; aksine olağanüstü halde bu “temizlik” devletin dış düşmana karşı zaferi, onun gücünde bir azalış olarak sunulabilmektedir.*

Yaklaşık bir tarih vermek gerekirse, 1970 öncesinin klasik silâhlı mücadele örgütlerinin bu konudaki tutum ve mantığı ile 1970 sonrasının tipik “silâhlı mücadele” örgütlerininkini karşılaştırdığımızda tamamen benzer bir ilişkinin kurulabildiği görülür. Bu benzerliğin aynı “güçsüzlük, çaresizlik” faktöründen kaynaklandığına da işaret etmiştik. O halde cevaplandırmamız gereken konu, 1970 sonrası tipikleşen “silâhlı mücadele” örgütlerini belirleyen, onların düşünüş ve davranış örgülerinin dokusuna sinmiş bu “güçsüzlük” duygusunun nedenleri ve anlamıdır.

Her toplumda özellikle Türkiye gibi toplumlarda “güçlü”lerin, iktidar sahiplerinin, yani konum ve işlevleri bir biçimde -doğrudan veya dolaylı- şiddet içeren ya da şiddetle içiçe olanların, varoluşlarına içkin bu şiddeti, şiddetten saymadıklarını biliriz. Burada şiddeti en geniş anlamda kullandığımı belirtmeliyim. Yani sadece silâh ve fiziki güçlülükle icra edilen kaba şiddeti değil, muhatabını küçülten, gerileten, onda acizlik, korku ve edilgenlik duygusu yaratan, bunların belirlediği davranış kiplerine iten her -ekonomik... hattâ entellektüel- üstünlük konumunda içrek bir etkilemeyi kasdediyorum.

Şüphesiz bu üstün konumlar bir biçimde doğal, kaçınılmaz ve haliyle meşrû sayıldığı ölçüde içerdikleri “etkileyici”liğin muhataplarınca bir tür şiddete marûz kalmışlık duygusu uyandırabileceği de varsayılmaz. O etkilemeyi şiddet sayabilmek için belli bir dozun üzerinde olması “haksız” denilecek bir durum ve ilişkide söz konusu olabilir.

Kapitalizmin yerleşikleştiğinden artık daha emin hale geldiği 20. yüzyıl ortalarına kadar bu düzenin şiddetinden söz eden muhalif akımlar ve bu akım ve hareketleri destekleyen, katılan kitleler şiddeti bu anlam, alan ve tezahür genişliği ile değil, daha dar anlamda düzenin baskı aygıt ve güçleriyle uyguladığı fiziki kaba şiddetle sınırlı haliyle ele alıyorlardı.

Çünkü karşılarındaki örneğin ekonomik üstün konumun kendisinin veya o konumu işgâl eden kapitalistin şahsında ekonomi, siyasal üstün konum ve sahiplerinin şahsında siyaset, bilgi ve zihni emek, entellektüel birikim sahiplerinin şahsında bilim ve kültür onlara bir imkânsızlık duygusu, zayıflık ontolojik denilebilecek bir yoksunluk, dıştalanmışlık duygusu vermekten uzaktır. Gerek o üstün konumlar ve gerekse “aslî”, yani o konum sahiplerince yürütülen faaliyetler ve bunların bilgi alanı kendileri tarafından da doldurulabilir gözükmekteydi. Kendilerini bunu yapabilecek potansiyele sahip, ama bunu gerçekleştirme imkânından yoksun kılınmış sayıyorlardı.

Siyaset, özellikle sol siyaset bu imkânı gerçekleştirebilmenin, o koşulları sağlayabilmenin yolu olarak görülüyor ve bu yaklaşım çerçevesinde siyasete katılıyorlardı. Düzenin kaba şiddeti ve bu işlevle donatılmış aygıtları bu yolu tıkamaya çalıştıkları için mücadele hedefiydiler.

Bu bağlamda o -klasik- dönemin silâhlı mücadele hareketleri söz konusu tıkamanın daha şimdiden mevcut olduğunu veya nasılsa er geç karşılaşılacağına göre, kaçınılmaz kapışmanın hemen başlatılmasını öneriyorlardı. Silâhlı mücadele stratejisini reddeden, mevcut demokratik veya yasal yolları önerenler bu şiddet ve tıkama aygıtının cepheden saldırılarak değil, o yollarla kuşatılarak da bertaraf edilebileceğini savunuyorlardı. Şüphesiz stratejideki bu farklılıkların düşünsel arkaplanları kurulurken, stratejiler teorize edilirken, söz konusu farklılık, olgu, durum ve ilişki tanımlarına da yansıyordu, ama karşılarındaki düzenin yıkılabilirliği, aşılabilirliği inanç ve tespiti ile kendilerinin ve temsil ettikleri kesimlerin bunu yapabilecek kapasiteye sahip oldukları fikri ortak zeminlerini oluşturuyordu.

1970, özellikle de ’80 sonrasının demokratik yolcu ve “silâhlı mücadele”ci hareketlerinin de bütün dil, teori farklılıklarına rağmen ortak oldukları bir düşünsel zemin vardır. Tam aksini aşırı derecede çok ve her vesileyle söylemelerine rağmen -söylemin örtüsüne sarılıp gizlemeye kalkışarak- her ikisi de bu düzenin aşılabilirliğine gerçekten inanıyor değillerdir artık. Kapitalizme niteliğini -üretim araçları üzerindeki- özel mülkiyetin verdiği varsayıldığında hem bu mülkiyet tarzının iptali ile kapitalizmin yıkılmış olacağına hem de kamusal mülkiyet üzerine kurulu bir toplumun her bakımdan daha yüksek -ileri- bir toplum aşaması olacağına inanabilmekteydi. Bu inancın dayandığı varsayımların en azından tam doğru olmadığı dolayısıyla onların üzerinden yapılan sosyalizm kurgulamasının da şüpheli hale gelmesi reel sosyalizmlerin çöküşü ile -hattâ bu çöküşün ilk alametlerinin belirdiği ’80’li yılların başlangıcında- tescil edilmiş oldu.

Kapitalizmin yıkılabilir, aşılabilir olduğu fikrini reel sosyalizmin katılaştırılmış veya yumuşatılmış versiyonları dışında tasarlayamamak bu itiraf edilemeyen inanç yitiminin bir boyutu ise; öbür boyutu da bu inancın ve aşmanın öznesi addedilen kitlelerin böyle bir özne olabilecek kapasiteye sahip olduklarına dair varsayımın da geçerliliğine fiilen inanılmasıdır.

Demokratik yol -larla iktidarı ele geçirip kapitalizmi dönüştürme- stratejisi yanlıları bu çifte inanç yitimini açıkça veya zimnen kabullenerek kapitalizm(ler) içi iktidar alternatifi olmaya yöneldiler.

Asıl konumuz olan “silâhlı mücadele” eğilimi içinde ise -eğilimin doğası gereği- böylesi bir “yumuşak geçiş” mümkün değildi. Ya onlar için de geçerli olan çifte inanç kaybı açıkça itiraf edilerek “karşı saf”a geçmek ya da o itiraf olanağını dışarıya sızdırmayacak kadar kalın ve katı zırhla kapatıp tabulaştırarak silâhlı mücadele kurgusunu sürdürmek. Fakat bu tür bir tabulaştırma, bir inanma sorunuyla ilgili ise, inanmak istemenin imkânsızlığından doğan yoğun bir nefret ve öfke sarmalıyla yapılabilir ancak. Dönüşmesi gerektiğine inanılan şeyin buna imkân vermemesinden dolayı duyulan nefret ile, bu imkânsızlığın önünde kendini çaresiz hissetmekten duyulan -aslen kendine dönük- öfke.*

Ancak bu psikoloji, 1970’ler öncesinin “silâhlı mücadeleci” akımlarını oluşturanların formasyon ve özelliklerinin “kaldıramayacağı” bir mahiyet taşır. Bu hareketleri oluşturan çoğu üst ve orta sınıfların iyi eğitimli, kendine ve ona düzenin dönüştürülebilirliği fikrini veren bilim(ler)e bilgi ve formasyonu ile daha yetkin hallerini tasarlayabildiği kültür ve sanata güvenen, böylece zengin bir inanma hali kurabilen genç aydınları, yetenek ve kapasitesini kanıtlamış genç işçileri için bu psikoloji bir yıkım demektir. Yöneldikleri silâhlı mücadele teorileri, onların bu seçkin özelliklerini “okşamakta” inandırıcılığını bu özelliklerini gerektirmesinden almaktaydı. Silâhlı mücadele bu özelliklerin güvencelediği bir inancın sonucu idi. Veri değildi. Oysa silâhlı mücadeleyi bir veri olarak ele alan ’70’ler sonrası eğilim içinde mantık sadece tersinden kuruluyor değil, aynı zamanda tersine özellikler taşıyan tespitler üzerinden işliyordu.

Bu yaklaşım ise farklı tip “taşıyıcılar” gerektirmekteydi. 1980 sonrası “silâhlı mücadele” hareketlerinin “taşıyıcıları” artık genç, seçkin aydın-öğrenci ve yetenekli genç işçi önderleri değil, bunların terk ettiği safları dolduran ve çoğu -1980 sonrası toplumların giderek daha fazla ürettiği- “dışlanmışlar”, toplumsal düzenin tutunma sınırında tutunamama tehdidi altında yaşayanlar kesiminden gelenlerdir.

Daha önce de belirtildiği üzere bu dönem “silâhlı mücadele” hareketleri, öncekinin söylem, teori kalıplarını biçimsel olarak korumakta, ama bunları bahsettiğimiz o “psikoloji” içinde okumakta, yorumlamakta ve sonuç, eylem çıkarmaktadırlar.

Açıkça asla itiraf edilemese de; hem düzenin aşılamazlığını kabullenmekten doğan kederli nefret hem de o düzene tutunabilme imkânlarının bile kuşkulu oluşundan türeyen öfkenin karmaşasında bu psikoloji silâhlı mücadeleyi ve şiddeti bir araç ve yöntem olmaktan çıkarıp bir “yaşam tarzı” düzeyine yükseltir.

Kendi silâhlı mücadele ve şiddetini bir yaşam tarzı olarak algıladığı ölçüde, kendini kuşatan hayat tarzının her boyutunu da birer silâh ve şiddet türü olarak algılar.

O nedenledir ki, 1970’ler öncesinin silâhlı mücadeleyi sınırlı bir alana, düzenin kaba, fiziki şiddet aygıtlarına ve onların hemen ardında “egemen” statüsü ile duran zümre mensuplarına teksif eden anlayış ve tarzı, yerini silâhlı mücadelesine hiçbir anlamda sınır tanımayabilecek bir anlayışa bırakır. Bu bölümün başlangıcında her türlü “marûz kalma” biçimini içerecek biçimde tanımladığımız “şiddet” kavramı, işte bu noktada sahiplenicilerini bulur. Kuşatıldığı dünyayı sadece ekonomisinden ... sanatına kadar tüm somut kurumlarıyla değil, o kurumlarda temsil edilen bilimden estetiğe kadar bilgi ve zihniyet ufkuyla da kendisini örseleyen bütün bu toplumu onunla bir şiddet ilişkisindeymişçesine görür. Bir tankla o toplumda mütevazı yerini bulmuş birinin binek otomobili, resmî ideolojik metinlerle havai bir pop şarkısının sözleri, bir finans “kralı” ile küçük işletme sahibi arasındaki farkları silen, düzleyen bir bakıştır bu. Hepsi o marûz bırakan şiddeti içerir ve dolayısıyla şiddetin konusu olabilirler artık. Nitelik farkı görülmez ve algılanmaz olunca sayıya dönüşür her şey. Az sayıda seçilmiş hedef ve kişinin yerine, sayılarının bolluğu ve her yerde bulunulabilirlikleri ile hedef olmaları gayet kolay olanlar konulabilir artık.

ÖMER LAÇİNER

(*) Bu son işaret edilen nokta, bu ülkede neden bu denli çok sayıda “silahlı mücadele” örgütü olduğunun varlıklarını sürdürebildiklerinin ipucunu da verir.

(*) Sonuç olarak şu ilave edilebilir ki, ’70’ler öncesi “silâhlı mücadele” hareketleri, her şeye rağmen, devlete, onun üzerinde durduğu ilişkilere alternatif olma amacı, niyetini taşırlardı. Kuşkusuz bunu ne kadar gerçekleştirdikleri tartışılabilir. Buna mukabil ’70’ler sonrası “silâhlı mücadele” hareketlerinin, çoğu kez farkına bile varmadıkları biçimde, devleti taklit ettikleri, ona benzemeye çalıştıkları söylenebilir.

(*) Şüphesiz özel olarak ele alınması gereken boyutları olmasına rağmen, bu noktada PKKlideri Öcalan’ın söyleminin tipik bir örnek teşkil ettiğini hatırlatalım.

Bir sonraki paragraf da okunduğunda Öcalan’ın ’70’ler öncesi ve sonrası silâhlı mücadele anlayışlarının “geçiş” noktasında durduğunu görürüz. Öcalan, ’70’ler öncesi silâhlı mücadelelerinin tipik militanın seçkin olma vasfına şahsen sahip olduğunu -o militanlar gerçi bunu asla söylemezlerdi- sık sık dile getiriyor, ama öte yandan da PKK’nın kendisi dışındaki tüm mensuplarını ve temsil ettiği Kürt halkını neredeyse aşağılayan ifadeleri de aynı sıklıkla kullanıyor. Hattâ bu konuda övücü bir dili hiç kullanmadığı bile söylenebilir.

1970’ler öncesinin “ulusal kurtuluş hareketleri”nin söylemine baktığımızda bunların ve önderlerinin uluslarının üstün yetenek ve meziyetlerini vurgulayan öven bir dil kullandıklarını, uluslarının o yetenek ve meziyetlerini kanıtlayan argümanlar ve örnekleri bolca işlediklerini görürüz.

Oysa Öcalan’ın diskurunda “düşürülmüş” Kürt halkının adeta ontolojik zaaflarıyla bu hale düşmenin sorumlusu olduğuna dair ifadeler ağırlıktadır. Bu diskur içinde, “suçlu” olmanın ezikliğinden doğan bir -kendine- öfke duygusu yaratıldığında, bu öfkeyi enerjiye dönüştürebilmek için “düşürülmüş” Kürt halkını çevreleyen uluslara dönük bir nefret hissi de yaratılmış olmalıdır. “İş”in o kısmını da milliyetçiliğin içerdiği “öteki”ne hınç ögesi ile, bölge ulus-devletlerinin Kürtleri hiçe sayan tutum ve davranışları bol bol karşılarlar.