Avrupa Solu: Dikensiz Sosyalizm Gülü!..

“Emek, sermaye, mal ve hizmet pazarları esnek olmalıdır (...) İş bulma olanaklarını daraltan bir sosyal güvenlik sistemi, değiştirilmelidir (...) Pazarın yetersizliklerini devletin düzeltmesi gerektiği fikri, genellikle, devlet idaresi ve bürokrasinin aşırı büyümesine yol açtı (...) Sosyal adalet kaygısı eşitlik gereğiyle geçmişte çoğu zaman karıştırıldı. Sosyal demokrasi yalnız sosyal adalet için değil, iktisadî dinamizm için, yaratıcılığın ve yenilikçiliğin özgürleşmesi için de mücadele etmeli.”

Bu alıntılar, iktisadî liberalizmi savunmak ve Keynesçi politikalarla mücadele etmek için, 1947 yılında İsviçre’de von Hayek’in girişimiyle kurulan “Société du Mont-Pèlerin”in bir metninde yer almıyorlar. Devlet müdahalesine dayanan Keynesçi politikalara ve sosyal devlet fikrine karşı muhafazakâr kampın beyin işlevi gören bu fikir cemiyeti, von Mises, Poper Lionel Robbins, Milton Friedman, James Bruchanan gibi dünyanın kalburüstü liberallerini, Henry Hazlitt gibi Newsweek dergisini neo-liberallere açacak olan gazetecileri bünyesinde topluyordu. “Société du Mont-Pèlerin”, son otuz yılda neo-liberal düşünün dünyada egemenlik kurmasında belirleyici rol oynamış olan Institute of Economic Affairs, Fraser Institute, Manhattan Ènstitute for Policy Research, Institute of Humane Studies, Adam Smith Institute, Atlas Foundation gibi “think tank” kurumlarına öncülük etti. Bu kurumların oluşturduğu neo-liberal enternasyonalin merkezinde yer aldı ve yukarıdaki fikirlerin, yıllar boyunca, bu muhafazakâr-liberal enternasyonalin yayımları, kongreleri, toplantıları aracılığıyla ideolojik hâkimiyeti ele geçirmesi için çaba sarfetti. Etkisi eskisi kadar olmasa bile, bugün de, siyasal olarak muhafazakâr ve iktisaden liberal cephenin en uygun “think tank” cemiyeti olarak faaliyetini sürdürüyor.[1] Friedman’ın fikir babalığını yaptığı monetarist politikalar; Keynesgil talep politikaları yerine, maliyetlerin azaltılması ve işletmeler asgari esneklik sağlanmasına dayanan “arz politikaları”; sosyal yardımların esas olarak işsizliği teşvik etmeye yaradıkları fikri; vs... Bütün bu neo-liberal politika önerilerine, şiddetli bir sosyal ve ahlâki muhafazakârlık eklemlenmesinin tohumları, 1960 sonlarında atıldı.

Yukarıdaki alıntı, neo-liberal enternasyonalinin ana fikirlerini yansıtsa da, Tony Blair ve Gerhard Schröder’in Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen arefesinde birlikte yayımladıkları 18 sayfalık manifestoda yer alıyor. “Esnek ve rekabetçi bir Avrupa”ya çağrı yapan manifesto, Blair’in “üçüncü yol”unun ve Schröder’in “yeni merkez”inin tüm Avrupa sosyal demokrasisinin zorunlu programı olduğunu iddia ediyor. Program özel olarak, kamu harcamalarının azalmasını, zorunlu kesintilerin ve özellikle işletmeler üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesini ve “sosyal yardım toplumu”ndan çıkılmasını öneriyor.

Blair-Schröder manifestosunun içeriği kadar, belki ondan önemli olanı, zamanlamasıydı. Milano’da, geçen 1 Mart’ta, Avrupa sosyalist partileri bir ortak platform kabul etmişlerdi. Bu metinde, vergilerin azaltılması gereğinden hiç söz edilmediği gibi, “vergi dampingi”nden kurtulmak için, iktisat politikalarının daha iyi koordine edilmeleri gereği vurgulanıyordu. Avrupa sosyalist partileri, kamu hizmeti yatırımlarının arttırılması için ortak politikalar üretmeye çağırılıyordu. 1999 ilk yarısında, 15 Avrupa ülkesinden 13’ünün, içinde sosyal demokratların yer aldıkları koalisyonlarla yönetildiği dikkate alınırsa, Milano platformu gerçek bir Avrupa ölçekli iktisat politikası girişimi demekti. Blair-Schröder manifestosu, Milano platformunun önerdiklerine hiç atıfta bulunmadığı gibi, bu platformun önerileriyle taban tabana zıt ilkeleri savunuyor.

Haziran başında, yani Blair-Schröder manifestosunun ilân edilmesinden on gün önce, Köln zirvesinde kabul edilen, “istihdam için Avrupa Paktı” metninde dile getirilen hedefler de bu manifestosunda yoklar. Halbuki bu hedefler ve “Avrupa büyüme stratejisi”, Avrupa sosyalistleri manifestosunun birinci sıradaki talepleri arasında yer alıyorlardı. Altına kendi partilerinin birkaç gün veya birkaç ay önce imzalarını koydukları bu taleplere Blair-Schröder ikilisinin verdiği cevap açık: “Günümüzde kanun harcamaları kabul edilemezlik sınırına yaklaştı”; Avrupa sosyalist partileri, “sosyal yardım toplumunun değil, esneklik ve bireysel sorumluluk toplumu” projesinin taşıyıcısı olmalıdır.

Blair ve Schröder, Avrupa Parlamentosu seçimlerinden bir iki gün önce böyle bir çıkış yaparak, seçim sonuçları aracılığıyla önerdikleri çizgiyi Avrupa sosyal demokrasisinin gündemine empoze etmeyi mi amaçlıyorlardı? Bunun cevabını seçim sonuçlarından sonra vermek zor. Bilindiği gibi, her iki parti de seçimlerden büyük oy kayıplarıyla çıktılar. Ama seçim sonuçlarıyla, Blair-Schröder manifestosu arasında bu kadar yakın ilişki kurmak o kadar gerçekçi değil.

Günümüzde, kamu harcamalarının getirdiği yükün artık kaldırılamaz olduğunu sadece aşırı neo-liberaller iddia etmiyorlar. Avrupa solu içinde, yeni bir kamu harcaması ve finansmanı felsefesine ihtiyaç olduğunu, güçlü örnekler desteğinde hatırlatanların sayısı kabarık. Buna karşılık, eleştiri oklarının “sosyal yardım toplumu” olarak tanımlanan, geleneksel refah devletine yönlendirilmesi, daha anlamlı. Sosyal yardım sayesinde asgari toplumsallıklarını koruyabilen, esnek pazar ekonomisinin dışladıkları milyonlarca kişiyi, içinde bulundukları durumun esas sorumlusu olarak göstermek demek bu. Nitekim, Blair-Schröder manifestosunda, eleştirilen “sosyal yardım toplumu” yerine önerilen ilkeler, bunu doğruluyor: Esneklik ve sorumluluk toplumu. Esneklik, özellikle, emek pazarında esneklik demek. Bunun anlamı ise, ücretlerin ekonominin konjonktürel dalgalanmalarına göre azalıp çoğalması, iş zamanlarının esnekleşmesi ve en önemlisi, toplu pazarlık sisteminden bireysel sözleşme sistemine geçilmesi demek. Adı geçen sorumluluk ise, toplumun bireylere karşı sorumluluğu olmaktan ziyade, özellikle Blair’in söyleminde, kişilerin kendileriyle ilgili sorumlulukları ifade ediyor. Neo-liberal ve muhafazakâr enternasyonalin önemli iddialarından birisi, “himmet toplumun” (Blair-Schröder”in dilinde, “sosyal yardım toplumu”) insanların sorumluluk duygularını yok etmesiydi. Yaşamını sürdürmek için, herkesin kendi seçim ve eylemlerinin sorumluluğunu taşıyacağı, bir tür cangıl toplumunun bireysel sorumluluk anlayışını yıllardan beri önerdi muhafazakâr cephe. “Radikal merkez” siyaseti ise benzer bir vurgu yapmamaya özen gösteriyor, ama bireysel sorumlulukla toplumsal dayanışma arasındaki ilişkiyi, muğlak kelimelerle ifade etmeyi tercih ediyor.

Blair-Schröder ekseni içinde, ideolojik merkezi Tony Blair temsil ediyor. Manifestoyu kaleme alanlar, eski İngiliz Dış Ticaret Bakanı Peter Mandelson ve Alman Adalet Bakanı Bobo Hombach olmasına rağmen, metnin çoğu yerinde, Blair’in imzasıyla daha önce yayımlanmış kitap ve broşürlerden bölümler yer alıyor. Neo-liberal dalganın ideolojik ve siyasal merkezi Thatcher İngiltere’siydi. Tony Blair, neo-sosyal demokrat dalganın benzer liderliğine oynuyor. Sağ ve sol rakiplerinin güçlü temalarının içlerini boşaltarak sahiplenme taktiğini, Clinton gibi başarıyla uygulayan Blair, esas olarak bir “radikal merkez” projesini hayata geçirmeye çalışıyor. Yani “aktif, dinamik ve ilerici bir merkez”!

Sosyalizm ve neo-liberalizmi, devlet ve pazarı, aynı planda ve aynı dozda eleştirerek, kendine özgün bir siyasal alan açmaya çalışan Blair’in ana tezi, çöken işçi sınıfının tersine, yükselen orta sınıfın kendiliğinden bir ortak kimliğinin olmayışı. “Yeni İşçi Partisi”, sanayi toplumunun çelişkilerinin aşıldığı, alt ve üst sınırı olmayan bir orta sınıf projesiyle bu ortak kimliği inşâ etmeye çalışıyor.

İki lidere göre, “sol ve sağ dogmalar çoğu insan için artık bir şey ifade etmiyorlar.” Daha önce İtalya’da Norberto Bobbio ve İngiltere’de Anthony Giddens’in dile getirdikleri,[2] geleneksel sol ve sağın ötesinde bir toplumsal değişim siyaseti gereğinin, daha az derinlikli bir ifadesi bu. Her iki düşünürün de altını çizdikleri yeni bir sol liberalizm kavramının içeriği, neredeyse her fikir akımının sahipleneceği çok genel ilkelerle dolduruluyor. Blair-Schröder manifestosuna göre, sosyal demokratlar, “namusluluk, sosyal adalet, özgürlük, fırsat eşitliği, dayanışma ve başkalarına karşı sorumluluk gibi kadim değerlerin lisanını konuşmalılar.” “Radikal merkez”, bir anlamda bu kavramların köklerine inerek (radikal kavramının gerçek anlamı bu zaten), zaman içinde değişmiş anlamlardan onları arındırmak ve bu konuda aşırı olmaktan kaçınmamak. “Radikal merkez” projesinde radikalizm, planlamacı sosyalizm ve aşırıcı bireyci neo-liberalizme karşı “radikal” bir karşı çıkışı; merkez ise, toplumsal sınıfların artık anlamlı olmadıkları, bir sanayi toplumu ötesi siyasetinin alanını ifade ediyor.

Sosyal demokratların, iktisadî sınıfların lisanını konuşmayı bırakmaları, kapitalizmin yeni oluşumu içinde belki gerekliydi. Ama buradan hareket ederek, önümüzdeki toplumun, merkezin neredeyse tüm siyasal alanı kapladığı, kutupsuz ve “kadim” bir toplum olacağı anlamını çıkarmak için, neo-liberal enternasyonalin toplum tahayyülüne teslim olmuş olmak gerekiyor.

Fransız sosyalist Başbakanı Jospin, davetli olmasına rağmen, Londra deklarasyonunun sunuşuna katılmayarak, burada ifade edilen görüşlerin sorumluluğunu almak istemedi. Gerçekte, Blair gibi şamatacı olmasa da, Fransız Sosyalist Partisi, birçok bakımdan, Blair’in attığı adımları ’80’lerde attı. Oskar Lafontaine’in bakanlık ve SPD başkanlığından istifa etmesinden sonra, parti içindeki durumu hâlâ pek güçlü olmayan Schröder ise bu deklarasyonla, halefinin “Fransız usulü sosyalizm” anlayışından uzaklaşmaya kararlı olduğunu gösteriyordu. Arkasına Schröder’i alan Blair, yeni deklarasyonla, Avrupa sosyal demokrat/sosyalist partileri üzerinde ideolojik egemenlik kurma mücadelesini açıkça başlatıyordu. Blair-Schröder ikilisi, Fransız sosyalistleri ve İtalyan Demokratik Sol Partisi’nin temsil ettiği “arkaik sosyalizmin” yerine, kendi ideolojik önderliklerinin egemen olmasının mücadelesini, yayımladıkları manifestoyla ilân etmiş oldular. Avrupa seçimleri sonuçları, bu stratejinin başarı şansını, daha ilk adımda zayıflattı. Ama iktisadî ve siyasal karar alma mekanizmalarını etkileri altına almayı çok iyi başaran, neo-liberal enternasyonalin sosyal-demokrat tahayyül üzerinde kurduğu egemenlik sayesinde, Blair-Schröder ikilisinin stratejilerinin kazanma şansının yüksek olduğu söylenebilir.

Kırmızı gül, yakın zamanlara kadar, Güney Avrupa sosyalist partilerinin simgesiydi. Kuzey Avrupa sosyal demokrasisinde, hele İngiliz İşçi Partisi geleneği içinde yeri yoktu. 1994’ten sonra, kırmızı gül, İngiliz İşçi Partisi’nin broşürlerinin kapağında, çekingen biçimde yer almaya başladı. Hem renk olarak solu çağrıştırıyor, hem de geleneksel sol simgelerden daha “yumuşak” bir çağrışım yapıyordu. Daha sonra, neredeyse bütün Avrupa sosyalistlerinin simgesi oldu. Ama bu gülün bir de dikenleri vardı. Dikkatli bir gözlemcinin işaret ettiği gibi, Blairizm dikenleri neredeyse gözükmeyen bir gülü kendine sembol olarak seçti.[3]

“Üçüncü yol”, “yeni sol”, “radikal merkez”, ... Kendini tanımlayacak sıfatları aramaya devam eden bu “sola yönelmiş arz politikası”, orta sınıfa, sosyalizm gülünün dikensiz olanını öneriyor. Dikensiz gül bahçesi, katı olan her şeyin buharlaştığı post-modern tahayyülün sol çağrışımlı bir “ütopyası” mı?

AHMET İNSEL

[1] Muhafazakâr karşı-devrimin 1980’lerdeki zaferinde bu “think tank” kuruluşlarının oynadıkları rol, son yıllarda dikkatle ele alındı. Örneğin, Richard Cockett, Thinking the Unthinkable, Think-tanks and the Economic Counter-Revolution, 1931-1983, Fontana, Press, Londra, 1995; Diane Stone, Capturing the Political Imagination. Think Tanks and the Policy Process, Frank Cass, Londra, 1996.

[2] Norberto Bobbio, Destra e Sinistra, Ragioni e significati di una distinzione politica, Donzelli Editore, Roma, 1994; Anthony Giddens, Beyond Left and Right. The Future of Radical Politics, Politiy Press, Cambridge, 1994.

[3] John Crowley, Sans épines, la rose. Tony Blair, un modèle pour l’Europe? La découverte, Paris, 1999.