Deprem ve Sivil Toplum Örgütleri

Deprem, sivil toplum örgütlerinin algılanışında da hissedildi. Sıradan yurttaşlar, medyayı izleyenler, sivil toplum örgütlerinin varlığını hissetti. Bu da devlet için bir başka deprem anlamına geliyordu: Devletten başka örgütler de var olduklarını, üstelik etkili olduklarını, daha da kötüsü, bazı durumlarda devletten daha hızlı ve yararlı olabildiklerini, belki de ilk defa, bu kadar güçlü olarak gösterebiliyorlardı.

Sivil toplum örgütlerinin (STÖ), kendilerini ancak böylesine önemli ve büyük bir kriz anında gösterebilmelerinin bir raslantı olduğu düşünülemez. Bu, Türkiye’de STÖ’lerin ancak bir otorite boşluğu olduğunda kendilerini kitlesel olarak gösterebildiklerine dair bir işaret olarak yorumlanabilir. Sivil toplum örgütleri üzerlerindeki devlet denetimi ve baskısı ortadan kalktığında, kamu yararına bir işlevi yerine getirebilecek bir gelişme düzeyinde olduklarını gösterdiler. Ancak asıl sorulması gereken sorular, belki de bundan sonra başlıyor: Devlet ve STÖ’ler arasındaki başarı farkı nereden kaynaklanıyor? Gösterilen başarının sınırları nelerdi? Bu tür başarıların gelişebilmesi için nelere ihtiyaç var? Bu yazı, yukarıdaki soruların bazılarına yanıt aramak amacını taşıyor.

Sorunu basit bir biçimde, örgütler arası ilişkiler sorunu olarak ele alabiliriz belki de...Tartışma, örgütler arası ilişkilerle sınırlansa bile, oldukça geniş bir sorun alanını kapsıyor: Önce “hangi örgütler” sorusu, devlet ve (kendi içindeki çeşitlenmeleri göz önünde tutmak koşuluyla) STÖ’ler biçiminde yanıtlanabilir. Devlet ve STÖ’ler arasındaki ilişkiler ve STÖ’lerin kendi aralarındaki ilişkiler farklı zaman (ya da dönemler) itibariyle ele alınabilir: Geniş dönem, orta dönem ve kısa dönem gibi... Bu durumda, önce tanımların kısaca yapılması gerekecektir.

BİRKAÇ TANIM

STÖ’leri, kabaca üç grupta ele alabiliriz: Birinci grupta enformel örgütlenmeler, taban hareketi niteliğinde olanlar, gönüllüler ve atipik örgütler yer alabilir. Bu gruptakileri her zaman “örgüt” olarak ele almak bile güç olabilir. Bir işyerinden veya mahalleden kalkıp yardım için deprem bölgesine gidenler veya belki bir cemaat gibi davranan, bir dinî bağ ile beraberliğini sağlayan gruplar da bu ilk grup içinde düşünülebilir. Görülebileceği gibi, tanımı en zor olan ve deprem bölgesindeki performansı ile ilgili en az bilgiye sahip olduğuuz grup, birinci gruptaki örgütlerdir.

İkinci grup, formel sivil toplum örgütleridir. Bu örgütler, dernek, vakıf vb. gibi yasaların öngörmüş olduğu formata göre herhangi bir amaç için örgütlenmiş olan örgütlerdir. Bu örgütlerin etkinlikleri belki deprem bölgesinde olmaktan çok kendi yörelerinde yardım toplamak ve destekleri örgütlemek biçiminde olmuş olabilir; ancak yine de burada ele alınmaları doğru olacaktır.

Son grup, bazı STÖ’lere bir miktar haksızlık etmeyi göze alarak, “yarı-resmî” diyebileceğimiz STÖ’lerdir. Bu gruba, amacı hem homojenleştirilmiş üye çevresine hem de kamuya yönelik çalışmalar yapmak üzere bir yasayla kurulmuş örgütler (genellikle meslek örgütleri), genellikle benzer özeliklere sahip oldukları için devlet tarafından “kamuya yararlı dernek” statüsü verilmiş olanlar (Psikologlar Derneği vb. gibi) ve zaten amacı bu gibi durumlarda destek sağlamak olup da, devlet dairesi gibi çalışmakta olan örgütler (Kızılay gibi) girmektedir.

“Resmî örgütleri” de belki “katı resmî örgütler” (devlet gibi) ve “yumuşak resmî örgütler” (belediyeler gibi) iki gruba ayırmak yararlı olacaktır.

Dönemler bakımından yapılan sınıflamayla ilgili tanımlar da, şöyle yapılabilir: Uzun dönem, normal dönemleri, yani kriz dönemlerinin dışındaki zamanları kapsamaktadır. Kısa dönem, kriz anını kapsamaktadır. Kriz herhangi bir nedenle ortaya çıkmış olabilir: Deprem, yangın, nükleer kaza, fırtına, sel ya da heyelan gibi... En kritik olan dönem, kriz anıdır. Bu sürenin uzunluğu, krizin niteliğine göre değişebilir. Yapılan çalışmaların bütün amacı, bu andaki sorunları azaltabilmek ve sorunun olumsuz etkilerini mümkün olduğu kadar küçültebilmektir. Orta dönem ise, krizden sonra, krizin etkilerinin ortadan kaldırılıp normal zamana geçişin sağlanabilmesi için yapılması gereken işler için ihtiyaç olan süredir.

ÖRGÜTLENME SORUNLARI

Türkiye toplumunun en önemli sorunu örgütlenme sorunudur diyebiliriz. Siyasî yapısını örgütlemek, toplumsal yapısını örgütlemek, üretimi örgütlemek, eğitimi-sağlığı-adaleti örgütlemek, insan ilişkilerini-gündelik yaşamı örgütlemek, teknik altyapıyı örgütlemek, bilimsel üretimi- bilgi üretimini örgütlemek, vb. Türkiye genellikle örgütlenmemiş bir toplumdur. Buradaki “örgütlenme” terimi, çağdaş bir toplumun sahip olması gereken örgütlerin bütününü kapsadığı için Türkiye’nin örgütlenemeyen bir toplum olduğu söylenmektedir. Yoksa, devlet gibi bazı örgütlerinin aşırı büyümüş olduğu, diğer örgütlenmelere imkân tanımayacak düzeyde güçlenmiş olduğu da, açıktır.

İncelemeye çalıştığımız örgütler arası ilişkiler sorunu da, zaten tam bu noktada, yani bir taraftan ülkenin örgütlenemeyen bir toplum olmasında, diğer taraftan da, devlet dışındaki örgütlenmelerin (belediyeler, yerel yönetimler dahil) gelişerek güç kazanmasına imkân verilmemesinde olduğu söylenebilir.

Devletin bunca köklü geleneğine rağmen gelişebilmiş ve eyleme geçmiş olan STÖ’lerin deprem sırasındaki performanslarıyla ilgili olarak ortaya çıkan sorunların bir bölümü de tam bu noktadan kaynaklanmaktadır: Devlet-STÖ ilişkileri. Devlet, her zamanki gibi gereğinden fazla şişman, tembel, yaşlı ve hareketsiz olmasına rağmen, STÖ’lerin dinamizmine, insanî amaçlı “canı tez”liğine ve gönüllü olarak gerçek anlamda kamu hizmeti üretme isteğine hiç de olumlu gözle bakmamıştır. Devlet öyle algılamaktadır ki, STÖ’ler devletin yetersizliğini ve etkisizliğini ortaya sermektedir ve tehlikeli alternatifler olarak ortaya çıkmaktadır. Devletle STÖ’ler arasında ve genel olarak toplumun bütün kesimleriyle devlet arasında ortaya çıkan güven bunalımı, depremden sonra bütün netliği ile ortaya serilmiştir. (Elli STÖ’nün gazetelere verdiklere tam sayfa ilânlar ve elektronik medyanın genel yayın tutumu, bu durumu açık olarak yansıtmaktadır. Ancak bunun nedenlerinin ve niteliklerinin tartışılması, ayrı bir yazının konusu olacak kadar kapsamlıdır.)

“İlişkiler” sorunun ikinci bölümü ise, STÖ’lerin ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Her iki sorunu, yani, devlet-STÖ ilişkileri ve STÖ’ler arası ilişkileri, böyle bir kriz bağlamında ele alıp topluca çözümlemeğe kalktığımızda, ilk başta sorulan soru şöyle formüle edilebilecektir: Türkiye’de büyük ölçekli ve çok yönlü (çok elemanlı) sorunlar karşısında toplumun sivil kesimleri örgütlenme (her üç zaman karakteristiğini de göz önünde tutan örgütlenme) problemini nasıl ele alacaktır?

Sorunun iki yönü önemlidir: Sivil toplum örgütleri arasındaki ilişkilerin, kendi bireysel etki çaplarını genişletecek bir biçimde örgütlenmesi ve resmî örgütlerin (devlet ve belediye) çeşitli kurumlarıyla ilişkilerin düzenlenmesi.

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN ARASINDAKİ İLİŞKİLER

Sivil toplum örgütlerinin, kendi iç (yapılanma, program geliştirme ve uygulama) düzenlerini kurmakta bir dereceye kadar deneyim kazandıklarını kabul etsek bile, kendi bireysel etki yarıçaplarından büyük problemlerle ilgilenmek üzere örgüt yaratmakta deneyimli olduklarını söylemek oldukça güçtür. Oysa, “kriz anı” ile ilgili olarak yukarıda verilen örneklerin hepsi de, krizin STÖ’lerin tek başlarına etkili olamayacağı ölçüde geniş çaplı olduğunu göstermektedir. Örneğin deprem, yaygın bir alanda çok sayıda öge ile (insanlar, yapılar, altyapı vb.) çeşitli bakımlardan bir anda ilgilenmeyi gerektiren bir durumdur. Sivil toplum örgütleri böyle bir durumda ya sadece kendi uzmanlık alanlarıyla iligili işlevleri yerine getirmekle yetinebilir ya da birbirleriyle ilişki kurarak etkinliklerini arttırarak veya hizmet kalitesini geliştirerek çalışmayı tercih edebilir.

Sivil toplum örgütlerinin deneyimsiz olduğu durum, ikinci tür tercihin yapılmasında ortaya çıkmaktadır. Örgütler, kriz anında bazı ilişkileri belki doğal olarak kurmaktadır ama, bu hem zaman hem de etkisi bakımından sınırlı olan bir davranıştır. Sivil toplum örgütlerinin kendi bireysel etki yarıçaplarını aşan sorunları ele almak üzere nasıl örgütlenebilecekleri sorusu, (bildiğim kadarıyla) henüz ciddi olarak gündemlere girmiş değildir. Sivil toplum örgütleri arasında “kardeşlik” (fraternite) ve dayanışma-işbirliği anlayışı pek gelişmiş düzeyde değildir. Sivil toplum örgütlerinin her biri, küçük bir bağımsız ada gibidir.

Temelde bu tip bir soruyu, kuramsal olarak, STÖ’lerin (geçici veya kalıcı bir yaklaşımla, bir probleme eğilmek/çözümlemek/eylemli çaba göstermek vb. için) federatif veya konfederatif örgütler yaratması sorunu olarak tanımlayabiliriz. Sivil toplum örgütlerinin pek çoğunun ele aldığı temel problem, daha büyük örgütlerin geliştirilmesini veya örgütsel eklemlenmelerin düşünülmesini gerektirecek niteliktedir. Ancak Türkiye’de yaşayan herkes bilir ki, örgüt çapını büyütmek veya örgütsel ilişkilerle etki çapını geliştirmek, kolayca başarı kazanılabilecek bir girişim değildir. Ayrıca, böyle bir soruyu ele almanın önünde, sayısız yasal güçlük yatmaktadır. Sivil toplum örgütlerinin, örgütler arası veya örgütler üstü düzeylerdeki deneyimsizliğinin, çok köklü kültürel, yasal, pratik güçlükleri olduğu bilinen bir konudur.

Sivil toplum örgütlerinin bir kriz anında etkili olabilmeleri için, mutlaka kendi aralarında bir işbirliği veya koordinasyon programına sahip olması gerekmeyebilir. Ancak bu durumda, STÖ’lerin etkisine topluca bakıldığında, bir gelişi güzellik, bir eksiklik ve sonuç olarak da yetersizlik izlenimi ortaya çıkacaktır. Bazı hizmetler daha çok karşılanmış ama bazıları boş kalmış olacak, bazı yörelere-gruplara ulaşılamayacak, STÖ’ler kendi aralarında deneyim değiştokuşunda bulunamayacaktır. Ayrıca, zaman açısından yukarıda verilen üçlü gruplama göz önünde tutulduğunda, STÖ’lerin çoğu kriz anında çalışabilecek bir kapasitede olacak, ama daha fazla örgütlü olmayı gerektiren orta ve uzun erim çalışmalarını yapamayacaklardır. Bu da, kriz anındaki etkinliklerini, ister istemez, olumsuz etkileyecektir. Kriz anında müdahalelerde, kendi arasında örgütlenmiş bir STÖ’ler topluluğu ise, hem kamuya sunduğu hizmetinin kapsamını genişletmiş ve hizmetlerini çeşitlendirmiş ve bunları kendi arasında programlamış hem de sürekliliği sağlamış olabilecektir.

Ancak STÖ’ler, devletin sınırlamaları bir tarafa bırakılsa bile, böylesi üst örgütler geliştirebilmek bakımından önemli güçlüklerle karşı karşıyadır. Öncelikle, kendi yapılarını bile güç ayakta tutan STÖ’lerin bir de üst örgüt örgütlenmesinin sorunlarıyla ilgilenebilecek zamanı, enerjisi ve gücü yoktur. Sivil toplum örgütleri, bu gücü bulsa bile, uzun erimi göz önünde tutan ve programlı olan bir çalışma alışkanlığına genellikle sahip değildir. Kendi küçük örgüt yapısı içinde bile programlar düzenleyerek çalışan, yani geleceğini planlayan örgüt sayısı çok azdır. Planlı bir çalışma ortaklığı amacı (koordinasyon) olmaksızın biraraya gelmek ise tamamen yararsız olacağı için, STÖ’ler, genellikle biraraya gelmek konusunda isteksizdir.

Sivil toplum örgütlerinin beraberliğini sağlayacak bir örgütlenme ve program geliştirme arayışının gerçekleşebilmesinin önündeki en büyük engelin ideolojik olduğu söylenebilir. Buna bir çeşit “bağımsızlık” ideolojisi diyebiliriz. Sivil toplum örgütlerinin beraberliği, birlikte program ve eylem yapması, ister istemez, güç ve ototrite sorunlarını gündeme getirmektedir. Eşitler arası bir beraberlik, sivil toplum örgütlerinin güçleri ve olanakları çok farklı düzeylerde olduğu için, çoğu kez, imkânsız gibidir. Böylesi bir beraberliğin ve programlı çalışma ilkesinin getirebileceği bağlayıcılıklar, her biri kendi kararlarını üretme ve uygulama alışkankığı içindeki STÖ’ler için çok yadırgatıcıdır. Gerçi STÖ’ler toplumsal yaşamın demokratikleşmesi bakımından birer okul gibi çalışmaktadır, ama bu okullar, henüz üst beraberlikler üretebilecek ve işletecek düzeyde gelişmiş değillerdir. Devletin STÖ’lere karşı beslediği kuşkuların benzerini, çoğu kez STÖ’ler de birbirleri için beslemektedir.

Gündelik yaşamımızda sivil toplumun örgütlenmesinin mi, yoksa devletin örgütlenmesinin mi güçlü olacağı ve sivil toplum örgütlenmeleriyle toplumsal yaşamda demokratik pratiklerin yaygınlaşmasının ve içselleştirilmesinin mümkün olup olamayacağı, biraz da, STÖ’lerin performansı ve başarısıyla ilişkilidir. Devletin ve STÖ’lerin toplumsal çalışmalarda etkinlik arayışını, toplumun güvenini, daha da ötede, bireylerinin devletin veya STÖ’lerin yanında veya içinde bulunmak (bu örgütlenmelerden hangisinin etkinliklerinin bir parçası olmak üzere kendi gücünü katmak) isteğini kazanma çabalarını bir yarış olarak görebilirsek, STÖ’lerin kendilerini bu yarışa daha iyi hazırlamak bakımından etki çaplarını arttırma perspektifine sahip olmaları, kaçınılmaz bir gereklilik haline gelmektedir.

Sivil toplum örgütlerinin, diğer bir deyişle toplumu meydana getiren bireylerin kendi aralarında gönüllü olarak toplumsal bir etki yaratmak amacıyla örgütlenmelerinin, gündelik yaşamın normal zamanlarında ve kriz anlarında, güvenilebilir düzeyde ve kesintisiz olarak etkili olabilmesi için, devletten çok, benzeri STÖ’lere yönelmesi önem taşımaktadır. Ancak, STÖ’lerin devletle de işbirliği yapmaları mümkündür. Önemli olan, bu beraberliğin sonuçlarının her iki taraf için de yararlı olmasının sağlanabilmesidir. Bu ilişki, bir belirleyen ve belirlenen ilişkisi biçiminde olursa, belki belirlenmeyi kabul eden taraf başka türlü çıkarlar elde edebilir; ancak bu, sivil toplum örgütlerinin, aynı zamanda ülkedeki demokrasiyi geliştirebilmesi bakımından fazla bir yarar sağlayamayacaktır.

Kendi aralarında daha büyük etki yaratmak, daha fazla toplumsal güven sahibi olmak üzere biraraya gelemeyen STÖ’lerin önündeki seçenekler, ya etki çaplarını (bütün zamanlar için yani, uzun erimde strateji kurarken, progam geliştirirken, eğitim yaparken, araçlar tanımlarken ve orta erimde kriz ertesiyle ilgili çalışmalarının hedefini-soluğunu belirlerken, hizmet kalitesini ve hizmet götüreceği sayıları saptarken, kriz anında yapabileceği işbirliklerini rastlantılara bırakırken) kendi gücüyle sınırlamak ya da, resmî örgütlerle ve daha çok devletle işbirliğine girmektir.

STÖ’LER DEVLET İLİŞKİLERİ

Sivil toplum örgütlerinin devletle ilişkileri, genellikle bireysel düzeydedir. Her STÖ, devletle kendisi arasında bir ilişki kurar. Bu da devletin STÖ’lerle ilişkisinde belirleyici olabilme şansını arttırır. Devlet ve ona tâbi olan STÖ ilişkisi, oldukça sık rastlanan bir ilişki türüdür. (Buradaki tâbiyet, temel seçimlerle ve yönelimlerle ilgilidir. Yoksa devlet, zaten kendi işlevlerini yerine getirmekte zorlanmakta olduğu için, hizmeti yerine getirecek başka bir örgüt bulmaktan çoğu kez hoşnuttur ve denetleme fonksiyonu normal olarak çok yetersizdir.)

Kriz durumu çerçevesinde devlet, sivil toplum örgütleriyle ilişkide, genellikle şu tür stratejiler izlemektedir:

• Doğrudan kendi modelinde çalışan, gerçek kişilerin ulaşımı zorlaştırılmış (veya tamamen kapalı) örgütler yaratmak. Bu örgütlerin katı, otoriter ve hiyerarşik yapısı devleti andıracak kadar, diğer sivil toplum örgütlerinden farklıdır. Bu tip örgütler, adeta bir devlet uzantısı gibi algılanabilir. Bu tür örgüt için en iyi örnek, Kızılay olabilir.

• Bazı STÖ’leri “yarı-resmî” örgütlerin çalışmalarından yararlanmak. Bu tür ilişkinin örneklerine “kamu yararına çalışan” örgütlerde rastlamaktayız. Bu örgütler, genellikle bir kamusal hizmeti devletten daha iyi veya etkileyici (Türkiye’nin dış görünüşü bakımından etkileyici) bir biçimde üretebildikleri için bu statüyü almaktadır. Devlet, kriz sırasında bu tip STÖ’lerin hizmetinden yararlanmaktadır; ancak yine de ikircikli bir tutumu vardır. Bu tür örgütler, devletin güçlü ve her türlü sorunun çözümünde üstün olduğu inancını sarsmayacak bir sınırda tutulmaya çalışılmaktadır. (AKUT için başlangıçta duyulan kuşku, belki zorunluluk karşısında, bir yararlanma ilişkisine dönüştürülmüştür.) Devlet, bu örgütlerin çalışmasını, zaman açısında da sınırlı tutmayı tercih etmekte ve orta erimde, giderek sadece devletin varlığını sürdürebileceği bir düzenlemeye geçmeyi tercih etmektedir.

• Meslek örgütü niteliğindeki “yarı- resmî” örgütler de dahil olmak üzere, formel sivil toplum örgütlerinin ve enformel örgütlenmelerin etkisini giderek ortadan kaldırmak. Devlet, belki müdahale edemediği ilk an boşluğundan yararlanarak sahaya giren ve kendilerini kanıtladıkları ölçüde sahadan atılmaları zor olan bu tip örgütlere, potansiyel bir “sakınca” veya en azından bir rakip gözüyle bakmaktadır. Bu örgütler, her an devlet açısından zararlı muhalefeti üretebilecek bir potansiyel taşımaktadır. Gönüllü kuruluşlar, bu nedenle, devlet tarafından pek hoş karşılanmamakta, çeşitli zorluklar çıkartılarak, sahadan uzaklaşmaya yönlendirilmektedir. (Elli STÖ’nün yayımladığı gazete ilânı, bu zorlukların bir ürünü olarak okunabilir.)

DEVLETİN KRİZ DURUMLARI İÇİN ÖRGÜTLENME DÜZEYİ

Devletin, öngörülen bütün zamanlar bakımından, bunca olanağına rağmen ciddi bir örgütlenme gerçekleştiremediği ortaya çıkmıştır. Devlet, kaynakları israf etmiş ve böyle bir durumda ne yapacağını bilmeksizin şaşkınlık içinde kalmıştır. İlk gösterdiği refleks yine kendini korumaya yönelik olmuş, yetersizliğini ortaya döken ölçülerde başarılı olan STÖ’lere saldırmış ve kendisini eleştiren basını cezalara çarptırmıştır. Ama bütün basın, işkencede kullanmak ve toplu yürüyüşleri dağıtmak üzere köpek eğiten devletin, insan kurtarmak üzere hiçbir köpeği eğitmediğini, yeteri kadar kalıcı bir düzeyde toplumsal belleğe yerleştirmiştir. Devlet örgütlenmesi, bu sınavdan çok başarısız bir not almıştır. Artık yapabileceği, toplumun diğer kesimleriyle ilişkisini geliştirerek, uzun erimde başarısını arttırabileceği bir perspektif geliştirmek ve orta erimde, depremin sonuçlarını katlanılabilir düzeye getirecek projeler üretmektir. Bu projelerin uygulanabilmesi için, ülkenin içinden yapılan bağışların ve sağlanan desteklerin, diğer ülkelerin ve dış örgütlerin sağladığı kaynakların, iyi kullanılması gerekmektedir.

Devletin kendi gücü (özel sektöre kaynak aktarımından sağlanacak güçle birlikte), bu kaynakların nasıl kullanılacağını planlamaya ve uygulamaya yetse bile, bu uygulamanın başarılı olmasını sağlamaya yetmeyecektir. Devletin ve özel sektör firmalarının, depreme uğramış bir topluluğun bütün sorunlarının algılama ve bunlara yanıt verecek birçok küçük çözümü üretme kapasitesi olmadığı için, devlet, başarılı olmak istiyorsa, toplumun sivil örgütlenme kapasitesinin de açığa çıkmasına çaba gösterecektir. Burada, STÖ’ler ve toplumun kendi yönetimi için geliştireceği örgütler etkili olacaktır. Devlet, deprem ertesinde yaşamı ve yerleşimi örgütleme bakımından katılımcı modellerin uygulanmasına engel olmazsa, bu, devlet- toplum ilişkisinde yeni bir başlangıç için şans olarak değerlendirilebilir.

Aslında sivil toplum örgütleri de gazete ilânlarında, Habitat sonrası Türkiye’de yaygınlık kazanmaya başlayan terimleri kullanmakta ve “yönetişim” kavramı çerçevesinde demokratik ilişkilerin gelişebilmesi şansının önünün açılmasını istemektedir. Yönetişim uygulamaları, bir anlamda, her türlü resmî toplumsal örgütlenmelerle, her türlü sivil toplum örgütlenmelerin somut programlar ve projeler çerçevesinde (kısa, orta ve uzun erimde) işbirliği yaptığı uygulamalar olarak, tek tük gerçekleşmekte olan uygulamalardır. Uygulamaların çoğu (belki hepsi) “yumuşak resmî örgütler” (belediyeler) ile sivil toplumun çeşitli örgütleri, hattâ bireyler arasındaki ortaklıklar biçimindedir.

Sivil toplum örgütlerinin birçoğu için, yönetişim anlamında, resmî örgütlerle ve diğer STÖ’lerle, kriz sonrası programları üretmek ve projeler yapmak üzere biraraya gelmek, fazla çekiciliği olmayan bir durumdur. Ancak, hem devletin, hem de sivil toplum örgütlerinin kendilerini geliştirmek, güçlerini ve sınırlılıklarını sınamak ve daha da önemlisi, üretimi insanî açıdan çok önemli olan kamusal hizmetleri nitelikli bir düzeyde üretebilmek için biraraya gelmesi için bir fırsatın ortaya çıktığı düşünülebilir. Kuşkusuz, devletin geleneksel tutumunu sürdürmesi, kendi içine kapanarak ve böyle bir ortaklığa yönelmemesi durumunda, STÖ’ler bakımından yapılabilecek fazla bir şey kalmayacaktır.

Devlet, kaynak kullanımı gerektirmeyen ve pek fazla önem vermediği alnlarda, STÖ’ler kendi ölçeklerine uygun etkinlikleri sürdürmeye devam edeceklerdir. Sivil toplum örgütlerinin bu alanda yapabilecekleri en önemli katkılardan biri, depreme uğrayan toplumların, çadırlarda veya barakalarda kendi yönetimlerini kendileri gerçekleştirmeleri veya mevcut işleyiş mekanizmalarına katılmaları bakımından, onları cesaretlendirmeleri ve bu uygulama sırasında ihtiyaç duyabilecekleri destekleri sağlamak olabilir.

Sivil toplum örgütlerinin deprem sırasında devletten daha başarılı bir performans göstermesi bir raslantı olmadığı gibi, deprem sonrasındaki çalışmalarda da devletin bunca imkânına rağmen üretemeyeceği bazı önemli hizmetleri sağlamakta daha başarılı olması da raslantı olmayacaktır. Depremle birlikte, sivil toplum örgütleri (girişim grupları dahil) kendilerini belki de hiç beklemedikleri etkinlik düzeyinde buldular. Toplum, sivil toplum örgütlerinin ürettiği toplumsal yararı görmek ve değerlendirmek şansı buldu. Devlet kırık not alırken, STÖ’ler, toplumun demokratikleşmesi doğrultusunda bir katkıda bulunmuş olduklarını farkettiler ve bunun bütün topluma nasıl bir yarar sağladığını/sağlayabileceğini gösterdiler.

Sivil toplum örgütlerinin “kardeşlik” duygularını geliştirmeleri ve etki yarıçaplarını genişletmeleri, program ve proje üretmede başarılı olmaları, toplumun çeşitli kesimleriyle proje bazında ortaklık kurmayı öğrenmeleri veya yerel toplulukların katılımını sağlamaları ve sonra bütün sorumluluğu devrederek çekilmeleri, Türkiye’nin demokrasiyi gündelik yaşamında kullanır hale gelmesinde, devletin otoriter gölgesinin üzerimizden kalkmasında, kuşkusuz çok etkili olacaktır. Devlet ve toplum, STÖ’lerin bu yarışta mesafe kazanmasıyla, demokratik mekanizmaları her gün, her yerde kullanmaya, daha yakın hale gelecektir.