Dehşete Kapılmak

11 Eylül Salı günü Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine yapılan saldırıyı, yıkılan binaların binlerce masum insana mezar oluşunu her Amerikalı gibi dehşetle izledim.

16 Ocak 1991’den beri böylesi bir dehşete kapılmamıştım. O gün Başkan Bush, Bağdat’a karşı saldırıya geçme emrini vermiş, bunu izleyen haftalarda 200 binden fazla insan katledilmişti. Savaşın son günlerinde ‘ölüm otoyolu’ üzerinde kuzeye doğru çekilen sayısız Iraklı asker ve sivilin ABD uçaklarınca arkadan vuruluşunu unutamıyorum.

Halen Irak’a uygulanan ambargo ise beni dehşete düşürmeye devam ediyor. Yarıdan fazlası çocuk olmak üzere, hayatını kaybeden 1 milyon Iraklıyı ve eski Dışişleri Bakanı Madeline Albright’ın bu ölümlere ilişkin ‘ödemeye değer bir bedel’ yorumunu aklımdan çıkaramıyorum.

ABD’nin yaşamım boyunca beni dehşete düşürmüş olan dış siyasetini, bu siyaset uğruna gerçekleştirilen katliamları unutmam mümkün değil. Örneğin, 1954’te Guatemala’da gerçekleştirilen ABD destekli darbe ve bunu takip eden onyıllarda, ABD uydusu diktatörlükler tarafından katledilen 120 binden fazla Guatemalalı köylüyü unutmam imkânsız.

Geçen salı yaşadıklarımız, 1965’te ABD’nin Dominik Cumhuriyeti hükümetini devirdiği ve 3.000 insanın katline yardım ettiği günleri, 1973’te Şili demokrasisine ve Salvador Allende hükümetine karşı düzenlettiği darbeyi ve bu darbenin akabinde öldürülen, aralarında ABD vatandaşlarının da bulunduğu 30 bin insanı da hatırlatıyor bana.

Geçen salı, ABD’nin 1965’te Endonezya’da destek çıktığı darbeyi ve bu darbe sonucunda yaşamını yitiren 800 binden fazla insanı, 1975’te Başkan Ford ve Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in onayıyla Doğu Timor’da katledilen 250 bin insanı da hatırlatıyor.

1980’lerde Nikaragua’da meydana gelen, ABD destekli terörist kontra savaşı esnasında hissettiğim dehşeti anımsamadan edemiyorum (Dünya Mahkemesi, 1984’te Nikaragua limanlarını mayınladığı gerekçesiyle ABD hükümetini savaş suçlusu ilân etmişti). Bu savaş esnasında 30 binden fazla masum insan öldürüldü. ‘Tali kayıp’ (collateral damage) ifadesinin daha icat edilmemiş olduğu o yıllarda bu insanlar, ABD hükümetinin deyimiyle ‘masum hedeflerdi’ (soft target).

ABD’nin El Salvador halkına karşı giriştiği savaşı, 80 binden fazla insanın, daha doğrusu ‘masum hedefin’ vahşice katledilişi karşısında duyduğum dehşeti hatırlamadan edemiyorum.

Güney Afrika halklarına karşı, özellikle de Angola’da 1970’lerden beri sürdürülen ABD destekli terör savaşlarında insan kasaplarınca sakat bırakılan, öldürülen 1 milyon insanın dehşetini hatırlamadan edemiyorum.

1989 Noel’inde Panama’nın işgâlini, George H. Bush’un eski CIA partneri, yeni düşmanı Manuel Ortega’yı yakalamak için ABD ordusunun gerçekleştirdiği operasyon sırasında hayatını kaybeden 8 bin insanın dehşetini hatırlamadan edemiyorum.

ABD destekli bir darbeyle başa geçen İran Şahı’nın 1952-1979 yılları arasında katlettiği 70 binden fazla İranlı insanın dehşetini anımsamadan edemiyorum. 1979’da Şah’ı deviren, 1980’lerde ABD’nin bir numaralı düşman ilân ettiği Ayetullah Humeyni’nin Paris’te sürgünde olduğu yıllarda CIA’den düzenli para aldığını öğrendiğimdeyse dehşetim ikiye katlanıyor.

1948’i takiben ABD’nin, Filistin’in yerlisi halkın haklarını tamamıyla göz ardı ederek İsrail lehine ‘rıza imal edişi’ ve bunun sonucunda Filistinlilerin hayat koşullarının gün be gün dayanılmaz hale gelişi karşısında duyduğum dehşeti hatırlamadan edemiyorum. İsrail devletinin kuruluşunu takip eden günlerde yüzlerce Filistin köyünün yeryüzünden adeta silindiğini öğrendiğimde yine dehşete düşüyorum. 1982’de, İsrail’in işbirliğiyle ve gözetimi altında, Lübnan’daki Sabra ve Şatila mülteci kamplarının binlerce sakininin İsrail müttefikleri tarafından boğazlanışı karşısında da dehşet içinde kalıyorum. O gün yaşanan korkunç trajedi, ABD medyasında dile gelmedi, halkı galeyana getirecek görüntüler tekrar tekrar ekranlara yansımadı.

Geçen Salı’nın kıyamet görüntülerini Lübnan iç savaşının Beyrut’una benzetenler oldu. Ama bu benzetme yapılırken, Lübnan’ı kasıp kavuran savaşın sorumlusunun arkasına ABD’nin desteğini almış bir İsrail olduğundan söz edilmedi. Haberlerde ‘işgâl altındaki bölgelerde’ ‘İsrailli yerleşimcilere’ karşı yapılan eylemlerden bahsedilirken kullanılan ifadelerin kaypak ironisinin göze batmıyor, asıl saldırgan tarafı ele vermiyor oluşu, beni halen dehşete düşürüyor.

Hiç kuşkusuz 20. yüzyılın en büyük ve korkunç savaş suçu, ABD’nin 1954-1975 yılları arasında Hindiçini’ne, özellikle de Vietnam’a karşı gerçekleştirdiği savaştır. Bu savaşta bomba, napalm ve kurşun yağmuru altında 4 milyon insan öldü. Savaşın mağdurları arasında saymamız gereken ABD’li gazilerin aksine, bu savaşın vebali, RAND kurumundan Daniel Ellsberg’in yayımladığı Pentagon Tutanakları’nda kendi sözleriyle açığa vurdukları gibi, devletin cürmünün mimarı siyasetçilerinin boynundadır. 1974’te Ellsberg, Truman’dan Nixon’a dek tüm başkanlarımızın bu savaşın amacı ve yöntemine ilişkin ABD halkına sürekli yalan söylediklerini belgelemişti. Ellsberg’in ifadesiyle, ‘Liderlerimizin bize yalan söyleme gereği duymuş olmaları Amerikan halkının hanesine yazılacak bir artı puandır; ancak, bizlerin bu yalanlara böylesine kolaylıkla kanmış olmamız da, bir o kadar önemli bir eksi puandır.’

1980’lerde ABD Libya’yı bombaladığında, aralarında Kaddafi’nin dört yaşındaki kızı da bulunan masum insanları öldürdüğünde hissettiğim dehşeti hatırlamadan edemiyorum. ABD 1983’te Grenada’yı bombalayıp işgâl ettiğinde yine benzer bir dehşete düşmüştüm. ABD ordusunun ve CIA’in Somali, Haiti, Afganistan, Sudan, Brezilya, Arjantin ve Yugoslavya’da gerçekleştirdiği operasyonlar sırasında da benzer duygulara kapılmıştım. Bu operasyonlarda ölenlerin sayısı yüz binleri buluyor.

Yukarıdaki listeye daha birçok örnek ilave edilebilir. Bu listede bahsettiğim olayların, özellikle de ekonomik ve entellektüel elitin mensupları için, hiç de gizlisi saklısı yoktur; ancak bu bilgiler kamusal söylem ve bilinçten ‘güzelce’ elenmiştir. ABD’nin eylemlerinin sonucunda ölenlerin çoğunun (%90’ın üzerinde) sivil olduğu gerçeğinin görmezlikten geliniyor olması, yine bu elit zümrenin ve siyasetçilerin işine gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD terörü ve askerî harekatları sonucu ölen insanlarin sayısı, en muhafazakâr tahminle 8 milyonu buluyor. Tekrar ediyorum, 8 milyon. Bu rakam yaralıları, tutsak düşenleri, sürgün edilenleri, mültecileri içermiyor. Martin Luther King, Jr.’ın 1967’de, Vietnam Savaşı esnasında dediği gibi, ‘Benim devletim dünyanın en önde gelen şiddet ihracatçısı.’ Kelimenin tam anlamıyla dehşet verici.

Bunları yazarken, bu hafta yaşadığımız hadiseler sonucunda yaşamını yitirenlere saygısızlık etmeyi, yakınlarının acılarını göz ardı etmeyi amaçlamadım. İkiz Kuleler’le Pentagon’u bombalayanların eylemlerinin meşrûiyeti savunulamaz. Amacım, kısaca, bu hadiseyi bağlamına oturtmak, şartlarını incelemek. Bu eylemlerin bir takım ‘ruh hastası’ insanlarca gerçekleştirildiğini söylediğimizde, bu hasta ruhlu şahısların böylesine çetrefilli bir planı hayata geçirmek için yıllarca hazırlandıklarını, onlarca kişilik örgütlerinden dışarıya en ufak bir bilgi sızdırmamış olduklarını da görmemiz gerekiyor. Kanımca, bu eylemleri gerçekleştirenler, ‘ruh hastasından’ ziyade, meşrû şikâyetlerini meşrû olmayan yöntemlerle çözmeye çalışmış ‘fanatiklerdir.’

Medya ve hükümet, Üsame Bin Ladin’i Salı günkü eylemlerin beyni olmakla suçluyor. Hükümetin yalan dosyası bu denli kabarıkken, bu iddia şu noktada sorgulanmadan gerçek kabul edilmemeli. Şayet Bin Ladin gerçekten bu eylemlerin ardındaki beyinse, binlerce insanın ölümünden sorumludur ve böylesi dehşet verici bir suç hiçbir şekilde mazûr görülemez. Ed Herman, Terör Ağının Aslı: Terör Gerçeği ve Propagandası isimli kitabında devletlerin ‘toptan terörle’ iştigâl ederken, bu devletlerin ‘terörist’ olmakla itham ettiği grupların yaptığı terör eylemlerinin ‘perakende’ mahiyette olduğuna dikkat çeker. Nitel olarak bu eylemlerin mağdurların gözünde hiçbir farkı yoktur; fakat öte yandan, ikisinin arasında açık bir nicel fark gözlemleyebiliriz. Herman ve başka yorumcuların belirttiği gibi, çoğu ‘perakende’ terör eyleminin temelinde devletlerin ‘toptan’ terörü yatar. Bir kez daha vurgulamamızda fayda var; bu yaptığımız açıklama geçen Salı’yı mazûr göstermiyor, ama o gün yaşadıklarımızı bağlamına oturtuyor.

Belki de en dehşet verici gerçek şudur: Salı günkü eylemleri gerçekten Bin Ladin’in gerçekleştirdiğini kabul edersek, bu kişinin ve örgütünün lojistiği, silah donanımı ve askerî eğitimiyle ilgili sorular sormamız gerek. Bin Ladin ve yandaşlarına böylesi bir tecrübeyi hangi uzman askerî personelin kazandırdığı bir muamma değil. CIA, 1980’lerde Bin Ladin ve askerlerini Afganistan’ı işgâl eden Ruslara karşı savaşmak için eğitti ve onlara maddi destek verdi. Ruslarla ve diğer düşmanlarla savaştığı müddetçe Bin Ladin o coğrafyada ‘bizim adamımızdı.’

Aynı durum, 1980’lerde CIA’in hatırı sayılır kozlarından olan Saddam Hüseyin için de geçerli. ABD’nin oluruyla hareket ettiği sürece Hüseyin, kendi halkını zehirli gazlarla öldürebilir, ülkedeki muhalefeti sindirebilir, komşusu İran’ı işgâle kalkışabilirdi.

George H. Bush’un Panamalı CIA dostu Manuel Noriega’yı da unutmamak gerek. Baba Bush’un gözünde Noriega’nın büyük suçu, uyuşturucu ticareti yapmak değil (ABD ve Bush bunu 1989’dan önce de biliyordu), ABD’nin Nikaragua’daki terörist kontra savaşından desteğini çekmiş olmasıydı. Bu, üst düzey siyasetçiler için o kadar da yeni veya tartışmalı bir bilgi değil. Ve yine tekrar ediyorum; bu yazdıklarım geçen Salı’yı meşrû kılmayı değil, ama o günü bağlamına oturtmayı amaçlıyor.

Geçen Salı yaşadıklarımızın dehşetini bir yana koyup şunu görmemiz lazım: Önümüzdeki günlerde ABD’nin biraz önce yazdığımız 8 milyon rakamını daha da arttıracak askerî operasyonlara kalkışması hayli muhtemel. Teröre verilecek böylesi bir ‘cevabın’ sonuçlarının geçen Salı’dan hem nitel, hem nicel olarak daha dehşet verici olacağını da görmek zor değil. New York Times gazetesinin 14 Eylül günü attığı başlığa göre, ‘Bush ve Danışmanları Teröre Destek Veren Devletleri Ortadan Kaldıracaklarını Açıkladı.’ Ortadan kaldırılacak olası devletler arasında ‘Afganistan, Irak, Sudan ve Pakistan gibi Asya ve Afrikalı bazı ülkelerin ismi geçiyor.’ Bunları okuyunca insan dehşetin ötesinde bir hisse kapılıyor. Bu askerî harekat fikri, uçakları kaçıranların eylemlerinin ölümcüllüğü ve çılgınlığını kat be kat aşıyor.

Perakende terör, meşrû şikâyetlerini meşrû olmayan yöntemlerle çözmeye çalışan çaresiz insanların ve toplulukların işi. Bu ‘fanatik’ eylemlerin aksine, toptan terör, ‘akılcı,’ eğitim yüzü görmüş kişilerin ‘millî çıkar’ kisvesi altında hayata geçirdikleri siyasetlerin bir ürünü. Bu yazının kapsamı, milyonlarca insanın acısı ve katlini mazur gösteren bu Orwellvari ‘millî çıkar’ kavramını her yönüyle açıklamamıza imkân vermiyor; ama özetle, bunu, hegemonya ve evrensel hükümranlık inşâsı şeklinde tanımlayabiliriz.

Medyada sürekli tekrarlanan dehşet görüntüleri, kurtulanların ve yakınlarını kaybedenlerin dokunaklı hikâyeleri, Amerikan halkını adeta bir savaşa hazırlıyor. Bu hikâyeler ne sahte, ne de değersiz. Tam tersine, yakınlarını kaybedenlerin tecrübesi, daha önce kaybedilmiş 8 milyon insanın yakınlarının yaşadıklarının bir aynasıdır. Bugün Amerikan halkının tattığı acıyı, korkuyu ve öfkeyi sekiz yüzle, binle çarpsak, belki dünyanın geri kalanında çekilen acıları bir nebze olsun anlayabiliriz.

İçimizi belki de en fazla, yakınlarını resimli el ilânlarıyla arayanların artık bize mal olan acıklı hikâyeleri sızlatıyor. Bu hikâyeler, 1976-1982 yılları arasında 11 bin insanın yine ABD onayıyla kaybedildiği Arjantin’de (çoğunlukla) yetişkin evlatlarını arayan ‘Kayıp Annelerinin’ dramını çağrıştırıyor. Yakınlarını terörün yıktıklarının altında kaybedenler de Arjantinli anneler kadar saygı ve merhametimize değer. Öte yandan, medyanın ve ABD hükümetinin tezgahına düşmemeli, acı ve öfkemizin toptan terörü mazûr kılmasına, Asya ve Afrika’da masum insanlara soykırım uygulayacak bir millî siyasete destek çıkmasına izin vermemeliyiz. Askerî lisanla ifade etmek gerekirse, bu günlerde ‘hedef yumuşatılıyor, kıvama getiriliyor.’ Bu hedef, duygusal ve ideolojik olarak yakında başlaması muhtemel katliama ısındırılan Amerikan halkının ta kendisi.

Adı geçen Asyalı ve Afrikalı ülkelerin Salı günkü eylemlerde sorumluluğu olsa bile, bunların demokratik rejimler olmadığını, dolayısıyla, halklarının izlenen siyasetlerde hiçbir rol oynamadığını gözden kaçırmamalıyız. Bu ülkelerin yakın tarihlerini incelediğimizde, ABD’nin, bugünkü siyasî tablonun altında yatan koşulların meydana gelmesinde doğrudan veya dolaylı olarak sorumlu olduğunu görüyoruz. Bu gerçek, özellikle Afganistan ve Taliban yönetimi örneğinde tüm çıplaklığıyla gözler önünde.

New York sınırları içinde 21 milyon kişi yaşıyor. Bu sayı, ABD nüfusunun %8’ine tekabül ediyor. Neredeyse her ABD’li, Salı günkü olaylarda hayatını kaybetmiş, yaralanmış veya bu olaylar nedeniyle travmaya uğramış bir ya da birden çok kişi tanıyor. Benim yakınım olan mağdurlar da var. Birçok kişi ‘intikam’ istiyor; ‘hepsini temizleyelim’ türü ifadeler televizyon, radyo veya e-postada kol geziyor. Daha duyarlı olmaya aday bazı yorumlar ise ‘adaletin yerine getirilmesi’ çağrısında bulunuyor. Aday diyorum, çünkü bu adaletin nasıl tanımlanacağı, Bush ve Colin Powell’a kalıyor. Powell, Vietnam, Nikaragua ve Körfez savaşlarında görev almış, uygulanan siyasette giderek daha fazla söz sahibi olmuş bir askerdir. Powell, bu savaşlara üst düzeyde katılmış olmaktan dolayı asla pişmanlık ifade etmemiştir.

Bu olaydan etkilenen herkes, daha geniş çaplı bir savaşa ve vahşete engel olmak için elinden geleni yapmalı. Olası soykırımları engellemeli, şayet savaş çıkacak olursa, insanlık suçu işleyenleri yaptıklarından sorumlu tutmalıyız. Eğer bu yıl savaş çıkarsa, bu savaşta işlenen suçlar ABD’nin gelecek nesillerinin peşini bırakmayacak. Bu, dinî bir kehanet veya bir tehditten ziyade, salt siyasî analizle ulaşabildiğimiz bir sonuç. Şayet Salı günkü katliamın suçlusu Bin Ladin ise, dünya onun şahsi cezasını vermek bir yana, ileride kaçınılmaz bir şekilde benzer saldırılara yol açacak savaş suçlarını ve adaletsizlikleri, bunları yaratan şartları yok etmeye çaba göstermeli. ‘Adalet yoksa barış da yok!’ yürüyüşlerde popüler olan bir slogan olmanın ötesinde, gözlemlenebilir tarihî bir olgudur da. Yaşadığımız dehşetlere son vermenin zamanı geldi.

Evergreen Devlet Üniversitesi öğretim üyesi olan yazarın bu yazısı e-posta mesajından alınmıştır.