Devrimci/Sosyalist Olma Tartışması

‘Düşman’ güç odaklarının dehşetengiz tasvirlerini yaptığı ölçüde kendini en ‘devrimci’ sayan ve bu sözde radikalliğine örtünüp kendisine, kitlelere ‘bekle/gör, tepişmeyi seyret’ tavrını önerenler mi sosyalist mücadelenin gereğini yerine getirmiş oluyor?

AKP’nin kapatılması girişimi ve Ergenekon soruşturması üzerine “nasıl bir tavır” konulu tartışma, sosyalizm adına konuşanlar arasında gayet net bir ayrışmaya yol açtı ve genel hareketin tamamında başlıca iki tavır etrafında bir saflaşma ile sonuçlandı.

Özetle ifade edilecek olursa, bu saflaşmanın bir tarafında söz konusu kapatma-soruşturma olaylarının “son analiz”de sosyalistleri, “halkımız”ı fazlasıyla ilgilendirmeyecek nitelikte olup “ezen”ler, “yöneten”ler katındaki bir itişme, çıkar/güç kavgasından ibaret olduğunu veya mevcut devlet/iktidar yapısını “küreselleşme”ye uyarlamak isteyenlerle ulus-devlet formatını muhafaza yanlıları arasındaki çatışmayı yansıttığını öne sürerek, sosyalistlerin bu kavgada yer almalarının gerekmediğini; çatışanlara eşit mesafede durup her ikisini de eşit şiddette eleştirmeye özen gösterip böylece “diğer alternatif” konumunda olunacağını savunanlar yer alıyordu. “Ortodoks -geleneksel- sosyalizm/ Marksizm”in çeşitli varyantları adına konuşanların tamamı bu safta toplanmıştı.

Diğer yanda ise AKP’nin kapatılması ve Ergenekon soruşturmasına, sosyalistlerin mutlaka ve büyük bir enerji ile “müdahil” olmaları gerektiğini savunanlar yer alıyordu. Bunlar, bu olaylar bağlamında sosyalistlerin kendilerini AKP’nin tutumuyla asla sınırlamaksızın ve “AKP yandaşı” diye yaftalanmaya aldırmaksızın, topluma dönük radikal bir demokratikleşme kampanyası yürütmenin önemini, ufuk açıcılığını vurgulamakta idiler. Bu tutumu savunanların tümü de Ortodoks sosyalist/Marksist sıfatlı akım ve hareketlerin çoktandır muhafazakârlaştığını iddia eden ve birçoğu uzun zamandır, sosyalizmin yeniden ve kökenini canlandıracak yeni bir yaklaşımla tanımlanması gerektiğini savunan, bunun uğraşını veren anlayışın yelpazesini oluşturuyorlardı.

Tartışmalar sürecinde, tutumlar ve saflar netleşir, farklılık iyice belirginleşirken, tarafların yukarıda özetlenen “kimlik”lerine sadece arada bir değinilmekle yetinildi. Bunun en etkili nedeni, genel ve sosyalist kamuoyunun o kimliklerin içeriği ve mahiyeti hakkında zaten aşağı yukarı oturmuş bir fikre sahip olduğu koşulu olmalıydı. Özetle ifade edilecek olursa bu fikir şöyle bir şeydi: Genel sosyalist akım/ hareket içinde halen de çoğunluğu oluşturan bir kesim, sosyalizmin ve sosyalist mücadelenin klasik formatı içinde düşünüp davranmaya devam ediyor, bu formatı yorumlama ve “koşullara” uyarlama bahsinde teşekkül etmiş ayrılıklarını korumakla birlikte, genel olarak bu formatı tartışmaya açan her girişimi, düşünce çabasını “sapkınlık”, “sosyalizmi, Marksizmi açıkça veya zimmen inkâr etmek”le itham noktasında birleşiyorlar. Sosyalist, Marksist, devrimci gibi saygın ad ve sıfatları kendilerine mahsus sayıp bu “sapkın”ları kendince “düşük” saydığı “demokrat”, “sol liberal” gibi kategoriler içinde değerlendiriyordu. Genel kamuoyundaki izlenim/fikir de hemen hemen aynıydı. Onlara göre de, demokrasinin önemini vurgulayan, meşru müdafaa dışında silahlı mücadeleyi, her türlü militer yaklaşımı reddeden; bilinen iktidara odaklı bir siyasal mücadele anlayışından, özellikle de bu tür mücadeleye kilitlenmeyi ve bu kilitlenmenin gereği olan hiyerarşik örgütlenme biçimlerinden uzak duranlar pek de sosyalist sayılmazlar ve hele “devrimci” olamazlardı. Çünkü onlara göre de sosyalist/komünist, Marksist ve devrimci gibi ad ve sıfatlar, onların eleştirmeye, sorgulamaya cüret ettikleri şeylerle özdeşti.

Sosyalizmin ve sosyalist mücadelenin “klasik” formatından mutlaka sıyrılması gerektiğine, bunların kökenlere inilerek yeni baştan tanımlanmasının zorunluluğuna inananların birçoğu üzerinde bile bu ikili kamuoyu baskısı etkili olabiliyordu.

SAVUNMA KONUMU

Bu etkilenme nedeniyle, çoğu kişi çok daha haklı, sağlam ve geniş ufuklu bir zeminden konuştuğunu bilmesine ve inanmasına rağmen, söz konusu “klasik” formatı sürdürenler karşısında kendini savunma konumuna çekip bunların ithamlarını savuşturmaya çabalamaktan kendi asli meramını anlatmaya fırsat bulamıyordu. Oysa durum tam tersine olmalıydı; olmalıdır ve er geç de olacaktır. Mevcut tartışma, bunun neden ve niçin böyle olması gerektiğini ortaya koyan gayet canlı ve anlamlı boyutlar içermesi bakımından, üzerinde durulmaya ve derinliğine düşünülmeye değerdir. Tartışma konusunun kısıtlılığı nedeniyle burada, her iki tarafın sosyalizmi tanımı, kavrayış ve içeriklendiriş tarzı arasındaki niteliksel farklılığı, esas ayrımı yeterince aydınlatma imkanımız yok ama, her iki tarafın siyasal tutum belirlerken, bunun argümanlarını ve dayandığı olguları seçerken kullandıkları mantıkların ne denli farklı olduğunu ve bu farkın “pratik politika”da ne anlama geldiğini sergilemek son derece ufuk açıcı olabilecektir.

Şöyle ki: Ayrıntılara, bahsedilen argümanların ve olguların analizine girmeden, farz edelim ki, söz konusu farklı tavır önerileri, kendi mantıkları çerçevesinde mükemmel bir kurgu içinde, gerçekliği tartışılamayacak olgularla desteklenerek sunulmuşlardır.

Bu durumda, “klasik” sosyalist formatı savunanlar bize, topluma, öteki siyasal güç/ odak ve akımların sunduğundan ne ölçüde farklı bir “siyasete bakış çerçevesi” sunmuş, ne denli farklı bir “mesaj” vermiş, kendisini ne ölçüde farklı bir işlev ve konumda göstermiş oluyor?

Dikkatle değerlendirildiğinde görülecektir ki, bu “klasik sosyalist”ler, diğer tüm siyasi akımların güç odaklarının da kullandığı siyasal analiz-teşhis tarzının “klasik formatı”nın dışında konuşmuyorlar. Tıpkı onlar gibi bunlar da siyasal durumu birtakım güç odaklarının dünya ve Türkiye üzerindeki iktidarlarını koruma veya artırma hesap ve girişimleri üzerinden “okuyor”, buna “analiz” diyor, kendisini de bir güç odağı addederek, kendi iktidar hesaplarının bu ortamda işleme şansına bakarak kararını veriyor. Diğerleri ile arasındaki tek fark bunların diğer güç odaklarına yani siyaset asli aktörlerine belirli bir sosyo-ekonomik “aidiyet” atfetmesi; daha doğrusu o sosyo-ekonomik kategori “adına” hareket ettiğini belirtmesi. Bunu yaparken kendisini de bir “aidiyet” konumuna yerleştirmeyi, işçi sınıfı veya halk adına hareket ettiğini de elbette ekliyor. Dolayısıyla, bu analize bakan insanlar, tıpkı diğerlerinin yaptıklarında olduğu gibi, şu veya bu görüş ya da sınıf/ kesim adına yürütülen hesapların, girişimlerin çatıştığı bir güç(lüler, güç odakları) oyunu/mücadelesi manzarasından başka bir şeyi görmüyor. Kendisi ise seyirci konumundadır; olsa olsa onu veya yakınlık duyduğu görüş ve talepleri “temsil eden” güç odağının tarafları olarak, onun kendi adına yürüttüğü mücadeleye, manevraya o odağın belirlediği tarzda “destek” verebilir.

“Klasik sosyalist”ler, iskeletini, hatta sindirim sistemi kısmen hariç kas ve sinir sistemiyle aynen aldıkları bu “siyasal yaklaşım” kalıbına “devrimci” etiketini yapıştırmakta herhangi bir beis görmezken tek gerekçeleri, bu kalıp dahilinde yürütülecek bir siyasal mücadele ile iktidarı ele geçirmiş olmaları halinde bunun bir “devrim” olacağı veya bununla bir “devrim”i yukarıdan aşağı gerçekleştirecekleri iddiasıdır.

En hayati ve eksen saydığı faaliyetini “siyasal mücadele”yi, en gericisinden liberaline tüm akımların kullandığı, bu denli yerleşik, dolayısıyla muhafazakâr/hatta gerici bir yaklaşım/perspektif içinde yürüten bir akımın “devrim” kavramını da o yaklaşımın içeriğine indirgeyip kuşa çevirmesi kaçınılmazdır. Onların zihnindeki “devrim”in tam da bunun sonucu olduğunu, isterlerse başka yerde rahatça tartışırız.

Oysa, onların dediklerinden tamamen farklı bir içeriği kast ederek belirtmeliyiz ki, evet, siyasal faaliyet, mücadele sosyalizmin hayati bir ögesi, ana damarı hatta “esas”ıdır. Ve böyle olduğu için de sosyalizmin ancak bir devrim olabileceği tezi, öncelikle ve asıl olarak burada kendini kanıtlamalı, pratik olarak gösterilmelidir. Burada devrim bir niyet, bir vaat olarak değil, bizatihi siyasal faaliyetin yürütülüş tarzında, öngördüğü ve yansıttığı ilişki, örgütlenme biçim, yöntem dil ve araçlarında derhal görülebilen bir özellik olabilmelidir. Klasik sosyalizmin ve onun kalıbına rahatça girdiği klasik siyasal yaklaşım formatının tamamen dışına çıkılmasını gerektirir, bu da “asıl siyaseti” seçkinlerin özel güç ve yetenek sahipleri tabakasının yapabileceği bir üst faaliyet olarak kodladığını, burada kitlelerin, sıradan insanın ancak seyirci/taraftar/nefer işleviyle yer alabileceği kabulünden türetilmiş olduğunu bilerek reddedilmesinin sonucudur. O mantığın yöneten/yönetilen ayrımını, tüm düzenler için kaçınılmaz ebedi bir kural/ilişki olduğu inancından beslendiği bilinciyle, bu köklü inancı sarsacak ve nihayet “kıracak” yol, yöntem, dil ve argümanlar, bu noktalardan hareketle oluşturulmaya, denenmeye başlanır. “Devrim” bu perspektif ile alınan yolun, yapılanların ve harekete geçirilen enerjinin çapından başka bir şey değildir ve ancak bunlarla tamamlanır ve ölçülür.

Bu açıdan bakıldığında, “düşman” güç/siyaset odaklarının şedit ve dehşetengiz tasvirlerini yaptığı ölçüde kendini en “devrimci” en “Marksist” sayan ve bu sözde radikalliğine örtünüp kendisine, sıradan insana, kitlelere “bekle/gör, tepişmeyi seyret” tavrını önerenler mi sosyalist(çe) mücadelenin gereğini yerine getirmiş oluyorlar? Yoksa, kendi şahıslarında veya bir başka yerde yüzlerini dönecekleri bir güç/iktidar odağı göstermeksizin, kitlelere, tüm insanlara mevcut siyasal duruma ilkin bir yurttaş bilinci ve sorumluluğu ile müdahil olmaları çağrısını yapan; ortaya çıkan durumun bilinen siyasal güç/odak-öznelere bırakılamayacak kadar ağır ve ciddi sorunlarla bezeli olduğunu vurgulayarak, bunun bizatihi kendilerini siyasal özne konumuna yükseltmeleri zorunluluğunu gösteren bir fırsat/imkan olduğunu, bu yönde davranılmasını öneren bizler mi?

Başta AKP, Türkiye’deki siyasal düzenin bildik tüm “özne”leri, mevcut kör topal demokrasiyi, giderek doğrudanlaşacak bir demokrasi ufkuna götürme potansiyelini taşıyan böylesi bir çağrı/öneriden şüphesiz hiç hoşlanmayacaklardır. Ezeli ve ebedi saydıkları o yöneten-yönetilen ilişkisini sarsma istidadına sahip bu tür çağrı ve öneriler karşısında ya bastırmaya çalışacak veya söz konusu ilişkinin kitleler üzerinde de ezeli ve ebedi sayıldığını bilmenin güveniyle fazla ciddiye alınmamaları gerektiğini düşünecektir.

Onlar bu güveni, doğadaki eşitsizliğin, insan dünyası içinde de aynen geçerli olduğunu, olması gerektiğini söyleyen doğal veya ilahi “yasa”ya inançları nedeniyle duyuyurlar elbette. Oysa sosyalizmin tam da kökeninde bu inancın aşılabilirliği fikri yer alır. Dolayısıyla bu fikir/inanç, onun tüm varlık biçimlerinde, mücadele yol, yöntem, araç, ilişki, öneri ve dilinde ve zamanla daha da yetkinleşip derinleştirilerek, “yansımak”, o ölçüde de “yaşanmak” zorundadır. “Sosyalist olma”nın asli ölçütü de budur ve bu olmalıdır.

Sosyalizm mücadelesinin ana damarı siyasal mücadele ise eğer, şu “klasik formatı” içinde yapmaktan asla gocunmamaları ve üstelik bunu “bilimsel” bir siyaset yapma sayıp olumlu bir nitelikmişçesine belirtmeleri, onların da tıpkı öteki “klasik siyaset”ler gibi eşitliğin imkansızlığı inancını üstü kapalı kabullenmiş olmalarının işareti olmasın?

Tümünün de ana çizgileriyle hâlâ kalp ve zihinlerinde korudukları “gerçek” veya “gerçekçi” sosyalizm tam da bunun ifadesi idi de...

Radikal İki, 3.8.2008