“Sıkıntı Var” Üzerine Notlar: Sıkıntının Uğultusu

“Gittikçe sıkılmaktadır ülkesi sıkıntının,” demişti Edip Cansever “Umutsuzlar Parkı” şiirinde. İletişim Yayınları’ndan çıkan Sıkıtı Var[i] isimli derleme kitapta Orhan Koçak, “Kirli Ağustos”un şairinin sıkıntısı üzerine bir denemeye girişir.[ii] Varılan sonuç: Sıkıntıya mündemiç zevk, bir kafa karışıklığı, (sıkıntı mı, haz mı?), sıkılan öznenin sıkıntıdan yarattığı âlem ve bu âlem üzerinde anlatıcının durduğu yer; yaşamı kuşatan yavaşlık, ölü zamanın şiirde içkin çarkı, şiiri parçalayan öğüten dişli…

Bir bakıma yaşamı öğüten, ölü zamanın, tekdüze yavaşlığın mahrem yerlerinde gezinen denemeler bütünü Sıkıntı Var. Gündelik dile yerleşen “sıkıntı yok” jargonunda kendine alan açan, huzursuz ettiği kadar etken de kılan, kapitalist ahlâkın yüceltilen çalışma ödevi karşısında yükselen kupkuru bir edilgen zaman burcu, sönük itiraz: sıkıntı. Tabii bu tanımın karşısına dikilecek ilk kişi belki de kitaptaki pek çok denemede atıfta bulunulan, pek çok kavramı kuyumcu titizliğiyle zamanın ölü rahminden çekip alan Benjamin olacaktır. Ben yine Koçak’ın denemesindeki atıfta bulunduğu şekliyle alayım Benjamin’i burada: “Uyku bedensel gevşemenin doruğuysa eğer, can sıkıntısı zihinsel gevşemenin doruğudur” (s. 254).

Burada bir antitez var. Güçlü bir tez, ele avuca gelmez, bilindik kalıbın dışında, kapitalist argümanlara tezat, hadi biraz daha ileri götürelim düşman diyebileceğimiz bir tez. Klasik yaklaşımın bizi götürdüğü yer modernitenin bir sonucu olarak sıkıntı, giderilmesi gereken, doldurulması lazım gelen bir gerilim hattı. Nitekim Emre Tansu Keten de buraya işaret ederek eklemiş, “Kapitalizm, çalışma saatleri içerisinde sömürdüğü insanların boş vakitlerini de gözünü dikmişti” (s. 213).[iii] İrade serbestisi yanılsamasının bir ürünü olarak kültür endüstrisini işaret etmişti Keten. Sermayenin kâr arzusu ile bireyin tatmin arzusu arasında kurulan, edilgenliğin paraya dönüştürülebilir bir biçimi olarak sıkıntı. Çalışma ahlâkının sistem dışı bıraktığı tembellik hakkının çarklar arasında öğütülerek sisteme entegre edilmesi durumu bir bakıma. Sıkıntının içsel değerini, Benjaminvari erginleşmesini göremeyiz burada. Aksine Begüm Özden Fırat’ın enfes makalesinde[iv] tespit ettiği gibi sıkıntı kavramının içini oyan, toplumsal krizi berhava eden, iktidarın dilinden düşürmediği, lehe çevirici, âdeta Allah’ın lütfu bir deneyim biçimi olarak “sıkıntı yok”a varan, sorumluluğu ortadan kaldırıcı ve bastırıcı bir mekanizma olarak sıkıntıya ulaşıyoruz gene. Yine aksayan bir dil, ama öğüten bir dişli de aynı zamanda. Burayı biraz oymak istercesine önümüze çok netameli bir önerme sunar Ayşe Çavdar, Marx’tan yola çıkarak onun yoksulun oturduğu evi betimlediği cehennem önermesini hatırda tutarak. “Kendinde düşman erklik içeren, kendini ona ancak kendisi için ter döktüğü ölçüde veren bir konut” (s. 174).[v]

Tahakküm edilen dinî ideolojin bir aygıtı olarak öz dininde kiracı konumuna düşen, dinin gerilim hattından ve elbette sıkıntısından hegemonik bir projenin parçası olarak kurtulduğu yanılsamasına kapılan dindar özneye işaret eder Çavdar. Burada yine özneyi edilgen kılan, ama aynı zamanda ona bir konfor da veren (sıkıntıdan kurtulma yanılsaması) bir alana kapı açılır. Aslında iki tezin de (yaratıcı bir eyleme biçim olarak sıkıntı –içinden çıkılması lazım gelen, tasvip edilmeyen, tembelliği teşvik eden sıkıntı) ortak menzili, capcanlı bir tembellik hakkı. İçsel olanın, bizi var eden zamanın ölü anlarında içimizde duyduğumuz o kıpırtı. Biraz flaneur olmak gibi. Mekânın ve zamanın ritmini sıkıntının imbiğinden geçirmek. Kapitalist hareket tarzına tezat olarak yavaşlamak, daha da yavaşlamak, gittikçe durulmak, biraz beklemek, sıkıntının vaatlerine kulak vermek.

Bu açıkça bizi Benjamin’e götüren yol, ama Marx’a da götüren bir izlek bu. Yoksulun dar zamanını genişleten, mekânı ferahlatan, Koçak’ın işaret ettiği gibi handiyse hazza varan bir sıkıntı. 80’lerde Türkiye’de serpilen kültürel hattı belirlemek için, askerî darbenin paletleri arasında çiğnenen kültürel formların kabuk değiştirdiği sıkıntıyı, onun yansıma biçimini ele almıştı Nurdan Gürbilek Kötü çocuk Türk’te[vi]. Gürbilek sıkıntının gerilimini Orhan Gencebay-İbrahim Tatlıses ikiliği üzerinden açımlarken aynı zamanda sıkıntının etkenliğinin de bir dönemin ideolojisine eklemlenmesini tespit edebilmişti. Kitaptan bir alıntıyla açıklayayım:

Yeni dönemim yeni arzusunu ancak daha taşralı, daha tensel, daha iştahlı bir ses dile getirebilirdi. Öyle de oldu: Orhan Gencebay’ın yerini, yabancı topraklarda kendine güvenmeyi öğrenmiş, o güne kadar “bozuk” olarak horgörülmüş şivesinden olduğu kadar kendi sevme kapasitesinden de büyülenmiş (Allah Allah bu nasıl sevmek) zaman kaybetmeden hedefe ilerleyen (Ben sana dolanayım) uzaktaki ulaşılmaz sevgiliye değil de adı sanı belli bir sevgiliye seslenen (Oy oy Emine) şarkılarıyla İbrahim Tatlıses aldı (2016, s. 16).

Bu aslında gerilim hattından beslenen sıkıntının sistem içi kabulüdür. “Arabesk”in sistemle uzlaşı içerisindeki ben de isterem isyanı, kitleleri Benjaminvari anlamda uyaran bir sıkıntıyı değil, Gürbilek’in işaret ettiği gibi kendi sevme kapasitesinden dahi büyülenmiş, horgörülmeyi bir zırh gibi gören, rövanşist, entellektüelliği ezip parçalamak isteyen, bu ülkenin gerçeği! Kandırmacasından değerlenen kaba ve ilkel bir benmerkezciliğe evrilen bir sıkıntıyı imlemiştir. Dolayısıyla sıkıntının bizi ulaştırdığı kıyılar, toplumsal dinamiklerin içerisinde şekil değiştirerek telafi edilmesi gereken can sıkıntısı kavramının bizi dönüştürdüğü şeye bakmakla da ilgili bir meseleye dönüşmüştür. Cansever’in sıkıntıyı hazza vardıran “ben omuzlarımı alıp sıkıntıya giderim” dizesinde de belirttiği gibi, sığınılacak, varılacak bir menzil olarak da sıkıntının ipine tutunmaya çalışan birey ile sıkıntının çatlağını ideolojik bir tahakküm ile doldurmak ve gidermek, dolayısıyla sıkıntıyı bir düşman olarak gören kitle anlayışının çatışması kaçınılmaz olacaktır. Ontik yalnızlık, tam da bu gerilim hattında beslenecek şiirin kalbi, toplumun kapalı damarlarından kanı akışa geçirerek bir ülkeye kan pompalayabilecektir.

Durup dinlemeden hareket ederek, tüketerek, talan ederek değil, bekleyerek, durup düşünerek, es vererek, yaşam karşısında esneyerek, dikkat ekonomisine karşı sıkılmanın ve zihni gevşetmenin tadına vararak anlamak ve kodlamak gerekiyor belki de sıkıntıyı. “Sıkıntı var” bende biraz da bu imkânı sağladı diyebilirim. “Nefes aldığının farkına varmak tehlikelidir,” denilmişti, bu derleme biraz da bu tehlikenin sınırlarında geziniyor, nefes aldığının farkına varmak isteyen tüm okuyucular için tavsiyemdir, okuyunuz ve elbette sıkıntıyı seviniz.


[i] Aylin Kuryel (der.), Sıkıntı Var: Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler, 1. baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020.

[ii] Orhan Koçak, “Edip Cansever ve İç Sıkıntısı”, Sıkıntı Var içinde.

[iii] Emre Tansu Keten, “Dijital Çağda Serbest Zaman ve Sıkıntı”, Sıkıntı Var içinde.

[iv] Begüm Özden Fırat, “Sıkıntı Yok: Kulturkampf, Kriz ve Eleştiri”, Sıkıntı Var içinde.

[v] Ayşe Çavdar, “Sıkışmak, Sıkılmak, Sığınmak, Sığışmak, Savaşmak: … Ama Bir Türlü Esneyememek”, Sıkıntı Var içinde.

[vi] Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, 5. baskı, Metis Yayınları, İstanbul, 2016.