Bilinç Akışı: Zor Problem

Birçok kaynakta, “bilinç akışı” teriminin, bilim dünyasında 1800'lerin ortalarında kullanılmaya başladığı, ancak yaygın olarak psikoloji biliminin kurucularından William James'e atfedildiği belirtilmektedir. James, bu terimi 1890 tarihli Psikolojinin İlkeleri adlı kitabında kullanmıştır. Bazı fenomenolojik kavramların geliştirilmesine katkıda bulunmuş, Husserl'den M. Ponty'ye birçok felsefeciyi etkilemiş biri olarak da kabul edilen James, bu hacimli eserinin ilk bölümünde psikoloji biliminin kapsamını, sonraki bölümlerde sırasıyla beynin işlevleri ve etkinlikleri, zihin-madde kuramı, beynin şeyler dünyasıyla ilişkileri, kendilik bilinci, dikkat, kavram, ayırt etme ve karşılaştırma, zaman algısı, bellek, duyular, imgelem, gerçeklik algısı, şeylerin algısı, uzam algısı, hareket, içgüdü, duygular, irade, akıl yürütme gibi konuları ele alır. Kitabın bir bölümü “Düşünce Akışı” başlığını taşır. James, aynı olguyla ilgili olarak “düşünce akışı”, “bilinç akışı”, “öznel yaşamın akışı”, “zihinsel akış” terimlerini kullanır.

Bilinç, o halde, parçalara ayrılmış olarak görünmez. 'Zincir' ya da 'tren' gibi sözcükler onu ilk anda kendini sunduğu haliyle uygun bir şekilde tanımlamaz. Eklemli bir şey değildir; akar. Bir 'nehir' ya da 'akarsu' onu en doğal şekilde tanımlayan metaforlardır. Bundan sonra ondan bahsederken, ona düşüncenin, bilincin ya da öznel yaşamın akışı diyelim.[1]

Bilinç akışı olgusu, elbette “bilinç” sorunuyla bağlantılı. Bilimin “zor problem”[2] olarak adlandırdığı, tam olarak açıklığa kavuşturulamamış sorularla (neden var, evrimsel olarak nasıl ortaya çıktı vb.) henüz çözülmemiş bir sorun olarak görülüyor bilinç. Zor problem, bilincin, bilişsel işlevlerden farklı bir şey olduğu noktasından kaynaklanır. Ayrıca öznel deneyimin nesnel olarak açıklanabilmesi ya da bunun olabilirliğiyle ilgili. Bu noktada bilim alanında da, felsefe alanında da kabaca iki yönde bir eğilim olduğu söylenebilir. Tek başına olabilirliğin tartışılması, bilim ve felsefe tarihi boyunca devam eden bir “fay kırığı”. Bilinçle ilgili olarak kullanılan “zor problem” nitelemesi, bilinç akışı için de geçerli. Bu noktadaki ayrışma da bilincin sürekli bir akış içinde mi olduğu, yoksa “nabız gibi atan bir şey” mi olduğu noktasında. Biz “akış” düşüncesinde olduğumuzdan, yola buradan devam edeceğiz. Bizim sorumuz açısından bu nokta çok da önemli değil. Bilinç akıp giden bir şey de olsa, nabız gibi atsa da temel sorumuz, herhangi bir anda bilincin tüm içeriğinin, dil yoluyla ifade edilebilir olup olmadığı.

Bilinç akışı, günümüze kadar psikoloji alanının yanı sıra, bilişsel bilimler, bilişsel psikoloji, sinirbilim, bilişsel sinirbilim, nöropsikoloji gibi bilimsel gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan yeni alanlar ve özellikle de disiplinlerarası alanlarda zihin, bilinç, biliş araştırmalarının ve felsefenin (bilgi kuramı), fenomenolojinin gelişimiyle birlikte de fenomenolojinin başlıca konularından biri.

Tüm çalışmalarını felsefenin kesin bilim olarak yeniden yapılandırılmasına adayan Husserl için temel bilim, bilinç fenomenolojisidir. Husserl, saf bilincin sürekli bir akış olması dolayısıyla, boşlukları, kesintileri olmadığını söyler. “Bilinç tek tek yaşantıların toplamı değildir; tam aksine tüm yaşantılar yönelimselliğin teleolojik gücüyle bilinç akışının birliğinde varlıklarını sürdürürler.”[3]

İçkin zamanı oluşturan da bilinç akışıdır. Dilthey'de ise yaşantı akışı olarak adlandırılan “Erlebnis”, içsel deneyim, başı sonu olmayan, sadece niteliksel olduğu için de ne ölçülebilen ne de kavranabilen bir “bilinç akışı” olarak ortaya çıkar.[4]

20. yüzyılda, psikolojide kullanılan bu terimin edebiyat alanına uyarlanmasının ilk olarak 1918'de İngiliz yazar May Sinclair tarafından gerçekleştirildiği belirtiliyor. Sinclair, Dorothy Richardson'ın romanı Pilgrimage (Hac) incelemesinde bu tanımlamayı kullanmış, ancak Richardson bu tanımlamaya karşı çıkmış.[5] Sonraki yıllarda ise bireyin içsel dünyasına, ruhsallığına ulaşabilme ve yansıtabilme araçları olarak kullanılan anlatım biçimlerinin “bilinç akışı” olarak adlandırıldığı ve birbirlerinden farklı örneklerin aynı biçimde tanımlandığı görülüyor. Buna sonradan döneceğiz. Şimdi asıl sorumuza dönelim: Bilincin akışı yazılabilir mi? Tümüyle ve gerçekte olduğu gibi. Kısaca yanıt vermek gerekirse, yazılamaz, çünkü bilinçte ve bilincin süregiden akışı içinde eşzamanlı olarak, dikkat, farkındalık, içgözlem, içebakış vb. ile tümüyle yakalanamayacak kadar fazla öğe bulunur. Bilinç akışında, algıların, duyumların, izlenimlerin, duyguların, anıların ve düşüncelerin tümü birlikte eşzamanlı olarak sürekli bir devingenlik içindedir. Onu olduğu gibi yazı yoluyla tam olarak kaydetmek imkânsızdır. Herhangi bir yöntemle ve biçimle kaydedilebilse, ortaya çıkan şey, zihin araştırmaları için uygun bir malzeme olabilir. Sorun, sadece yazıyla da ilgili değildir. Dilin kullanıldığı konuşma gibi sözlü iletişim araçlarıyla da imkânsızdır. Yani sorun, dilin kendisidir.

Sorumuzla ilgili olarak, farklı alanlarda bunu düşünmemize ve bir yanıt bulmamıza yardımcı olacak eski ve yeni tarihli araştırmalara bir göz atalım. Bilinç akışıyla ilgili araştırmaların çoğu, bu sorunun doğrudan yanıtlarını içermese de önemli dayanaklar sağlar. Bu noktada, “erişim bilinci” ve “fenomenal bilinç” ayrımı önemli. Bu konudaki birçok makale, fenomenal bilinci, zihin felsefesinde çığır açıcı bir etki yarattığı kabul edilen Thomas Nagel'in “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir” (1974) makalesine dayandırarak, deneyimin öznel açıdan “nasıl bir şey” olduğu noktasından hareketle açıklar. Nagel, zamanının fizikalist ve davranışçı eğilimlerini eleştirirken “Zihinsel durumları başka şeylere bağlamak adına dışarıdan gözlemlenebilir olmayan önemli bir şeyi dışarıda bırakırlar; birinci şahıs tarafından açıkça bilinen zihinsel fenomenler, bilinçli öznenin içsel bakış açısı; örneğin, şekerin ağzınızda nasıl bir tat bıraktığı, kırmızının nasıl göründüğü ya da öfkenin nasıl hissedildiği gibi. Bunların her biri, bu deneyimlerin açıkladığı davranışsal tepkilerden ve ayırt edici kapasitelerden fazlası gibi görünmektedir,” der.[6]

1994'te yayımlanan makalesiyle fenomenolojik bilinç kuramının kurucusu olarak kabul edilen felsefeci Ned Block da Nagel'e gönderme ile “Fenomenal bilinç deneyimdir; bir durumu fenomenal olarak bilinçli yapan şey, bu durumda olmanın neye 'benzediği'dir,” der. Block, fenomenal bilinç ile erişim bilinci arasındaki temel ayrımları ise şöyle tanımlar: İlkinin içeriği fenomenal, ikincisinin ise temsilidir ve akıl yürütmede rol oynar. Erişim bilinci işlevseldir, konuşma ve düşünce ile ilgili bilincimizde önemli bir rol oynar, fenomenal bilinç ise işlevsel değildir.[7]

Peki, dikkat, farkındalık gibi bilişsel özellikler ya da içgözlem, içebakış gibi yetiler, bilinç akışını tümüyle fark edebilmemizi ya da ifade edebilmemizi sağlayabilir mi? W. James, “bilincimizin harika akışı”nı bir kuşun uçuşuna benzeterek tanımlar: “Bir kuşun yaşamı gibi, uçuşların ve tünemelerin bir değişimi gibi görünür.” Tünekler asli, uçuşlar ise geçişli kısımlardır. Asli kısımlar, zihnin önünde belirsiz bir süre tutulabilir ve değişmeden düşünülebilir. Geçişli kısımlar içinse edebî bir üslupla şunları söyler:

Geçişli parçaları gerçekte oldukları gibi görmek, iç gözlemsel olarak çok zordur. Eğer bir sonuca giden uçuşlar iseler, sonuca ulaşılmadan önce onlara bakmak için onları durdurmak, gerçekten onları yok etmektir. Sonuca ulaşılıncaya kadar beklersek, sonuç onları canlılık ve istikrar açısından öylesine aşar ki, onları tamamen gölgede bırakır ve parıltısı içinde yutar. (...) Amacımız yeterince çevikse ve onu durdurabilirsek, hemen kendi kendine durur.[8]

Yakın tarihli araştırmalarda da “fenomenal alandaki içeriklerin genellikle aniden sona erdiği ve kalıcı olmadan kayboldukları” belirtilir. “Bilincimizde kesintisiz olarak akan bu 'kütle'yi dar bir zamansal 'pencere'den görürüz ve tüm zamansal uzanımın bir bütün olarak farkında değilizdir. (...) Bu dar zamansal açıklık 'spekülatif' ya da 'fenomenal' şimdiki zaman olarak bilinir.”[9]

Ned Block, fenomenal bilincin erişim bilincinden “taştığını” öne sürer. Algısal bilinç sisteminin kapasitesi, raporlanabilirliğin altında yatan bilişsel erişimin temelini oluşturan “çalışan bellek” sisteminin kapasitesinden daha büyüktür.[10]

Erişim bilinci sınırlıdır, oysa fenomenal bilinç potansiyel olarak sınırsızdır veya en azından çok daha geniş sınırlara sahiptir. (...) 'Taşma', bir zihinsel durumun -raporlama da dahil olmak üzere- doğrudan kontrol için kullanılmaya hazır olmadığı, ancak yine de deneyimlendiği durumu ifade eder.[11]

Deneyimlenen ancak raporlanamayan, yani herhangi bir biçimde ifade edilemeyen bu “yapı” ya da “arka plan” ya da “kütle”, tüm deneyim içinde örtük olarak bulunur, bu nedenle de içgözlemle okunamaz. Peki, bilinç içinde bilişsel olarak erişilemeyen içerik, öznenin bilincinin dışında mı sayılmalıdır? Tahmin edilebileceği gibi, bu konuda iki kuram vardır: Biri, erişimin gerekli olduğunu savunurken, diğeri reddeder ve içeriklerin bilinçli olabilmesi için farkındalığın alanına girmesi gerekmediğini savunur. “İç gözlemin alanına girmeyen deneyimler de olabilir ve bu tür içeriklerin tam bilinçli deneyimler oluşturması için üst düzey bir farkındalık tarafından kavranmasına gerek yoktur.”[12]

Kısaca özetlemek gerekirse, tüm deneyimlerimizde, bilincin akışı içinde sürekli ve devingen bir biçimde var olan ve “dile gelmeyen” bir arka plan bulunur. Algılar, duyumlar, izlenimler, duygular, anılar ve elbette düşünceler. Akış içinde ağırlıklı olarak dilden bağımsız düşünce olduğu kadar, dile bağımlı düşünceler de vardır. Bu noktada, düşüncenin dilden bağımsız bir katmanı olduğuna inanıyoruz. Jerry Fodor'un “Mentalese” adını verdiği, “zihin dili” olarak çevrilebilecek olgudan söz ediyoruz. Mentalese, bu anlamda bir tür “makine dili”dir ve tam olarak bilinç akışını kastetmez. W. James de 1890'larda şunları söylemiş:

Dil olmadan düşüncenin mümkün olup olmadığı sorusu filozoflar arasında en sevilen tartışma konularından biri olmuştur. Washington'daki Ulusal Kolej'de sağır ve dilsiz bir eğitmen olan Bay Ballard'ın çocukluğuna dair bazı ilginç anıları, bunun tamamen mümkün olduğunu göstermektedir.

James ayrıca karmaşık izlenimlere ilişkin fikirlerimizin bu izlenimlerin kopyaları olmadığını ve dilden bağımsız olarak zihinde bulunabildiklerini belirtir. “Dilde adları yoktur ve zihinden geçtiklerinde onların bilincinde olsak da geçişleri o kadar hızlı ve o kadar tanıdıktır ki kesinlikle fark edilmez; ne hafızada ne de hayal gücünde kendilerinden herhangi bir ayak izi bırakmazlar.”[13]

Sorunu yazma edimi ekseninde düşünürsek, bu edimin kaynaklarının ve işleyişinin hem bilinçte, hem de dilde farklı bir katmanda olduğunu söyleyebiliriz. Düşüncenin sürece dahil olmasıdır. Düşünce de farklı bir katmandadır. Akışta içerilir ama akış sadece düşünceden ya da düşüncelerden oluşmaz. Sözlü ya da yazılı anlatım olsun, “anlatma” başladığı anda bilinçte farklı bir katmana ya da boyuta geçilir. Akış önce yavaşlar, sonra durur. Dilden bağımsız akan düşünce de durur. Zaten o da takip edilemez. Takip edilebiliyorsa, o artık dile bağımlı düşüncedir (içinden düşünmede de), konuşmadır (ya da kendi kendine konuşma, iç monolog vb.). Çünkü dil ile düşünmeyiz, temsil ve imgelerle düşünürüz. O herhangi bir araçla -konuşma ya da yazı- kaydedilmeye/iletilmeye kalkışıldığında artık başka bir şey olur, çünkü başka bir süreç başlar. Yazmak için düşünmeye başladığımız ya da yazmaya başladığımız anda bilinçte farklı bir katmana geçilir. Yazmak, düşüncede labirentler açar. Sadece düşünce-dil ilişkisi bile sorunluyken, yazı ile tüm akışın ifade edilebilmesi, yansıtılabilmesi olanaksızdır. Edebiyat gibi bir alan düşünüldüğünde, yazarın bir seçme işlemi gerçekleştirdiği söylenebilir ama o zaman bilincin akışında var olan “her şey” metne dahil edil(e)mediği için, zaten bilincin akışı tümüyle yansıtılmamış olur.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, edebiyatta bilinç akışı olarak tanımlanan metinler birbirlerinden farklıdır. Bu anlatım biçimi (tekniği ya da yöntemi), 20. yüzyılla ve modern edebiyatla ilişkilendirilse de 1700'lerin ikinci yarısında ve 19. yüzyılda da örneklerinin görüldüğü, ilk örneklerden birinin Laurence Sterne'in 1757 tarihli Tristram Shandy'si (Tristram Shandy Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri) olduğu belirtiliyor. Hatta bu tür örneklerin izi, Ovid'in Dönüşümler'ine kadar da götürülür. Sonrasında da Edgar Allan Poe'dan L. Tolstoy'a, A. Çehov'dan Dostoyevski'ye, Knut Hamsun'a ve Joseph Conrad'a kadar birçok yazarın roman ve hikâyelerinde bu anlatım biçimini yapıtın tümünde ya da bir kısmında kullandığı belirtilir. William James'in kardeşi yazar Henry James'in 1881 tarihli Bir Kadının Portresi romanı da bunların arasındadır. 20. yüzyıla gelindiğinde ise James Joyce'tan Virginia Woolf'a, William Faulkner'den Marcel Proust'a, Samuel Beckett'e ve Jack Kerouac'a kadar birçok yazar, bu anlatım biçimiyle birlikte anılır. Ülkemizde de Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay, bu açıdan en fazla incelenen yazarlardandır.

Görüldüğü gibi, “iç dünya” anlatımlarının tümü için “bilinç akışı”nın genel bir terim olarak kullanıldığı durumlar olduğu gibi, farklı terimler de (iç monolog, dolaylı-dolaysız iç monolog, kendi kendine konuşma vb.) kullanılmaktadır. Belki genel bir tanımlama yerine her yazara özgü anlatım biçiminin anlaşılmaya ve çözümlenmeye çalışılması daha doğrudur. Adlandırmaların çok da önemi yoktur. Edebiyatta, tabii genel olarak sanatta, biçim denilen şey, içi boş bir kalıp değildir. Aslında “biçim” sözcüğü de pek yerinde ve uygun değildir. Biçimi (anlatım biçimi denilen şeyi de), formu yaratan, yapıtın “meselesi”dir ve o da yazma süreci içinde ortaya çıkar, deyim yerindeyse, bir anlamda yazardan da bağımsız olarak, “mesele” kendi formunu doğurur.

Joyce'un Ulyses'inin son bölümü, anlatıcı sesi ile karakterin iç sesinin birlikte “aktığı” diğer bölümlerden farklı olarak doğrudan Molly Bloom'un iç sesini izlediğinden, bilinç akışı tanımlamasına en uygun ya da en yakın örnek gibi görünür. Giorgio Agamben ise Dilthey'in “erlebnis” kavramıyla bağlantı kurarak Joyce ile ilgili şunları söyler:

Ne zaman Erlebnisse'lerin (yaşanmış deneyimlerin) bu ilksel akışını kavramak ve ona gerçeklik kazandırmak istense, onu içsel bir 'monolog' ile konuşturmaktan ötesi mümkün olmamıştır. Ve Joyce'un berrak zekâsı da, bilinç akışının monologdan başka bir gerçekliğe, yani dilden başka bir gerçekliğe sahip olmadığını anlamış olmasında yatar.[14]

Virginia Woolf ise bambaşka bir yerdedir. O çok alıntılanan sözlerinde, “her atomu zihne düştükleri sırada kaydetmek”ten, görünüşte bağlantısız ya da tutarsız olsalar da “örüntüyü izlemek”ten söz eder.[15] Bu, sonradan gerçekleştirilen bir düşünce işlemini, “üzerinde çalışma”yı belirtiyor gibi.  “Zihne düşen her atomu doygunluk noktasına getirmek” derken, belki de kastedilen budur ve bu olağanüstü bir bellek, hayal gücü ve duyarlılık gerektiren “işlem”, bilincin akışıyla eşzamanlı değildir. Zaten kendisi de anlatım biçimini “dolaylı iç konuşma” olarak tanımlar. “Bayan Dalloway”, tam olarak bunun bir örneğidir. Dalgalar'da ise anlatıcı sesi olmasına karşın, bilinç akışı olgusuna daha yakın bir anlatım olduğundan söz edilebilir. (Farklı örnekler üzerinde de bu olgunun izlere sürülebilir, ancak bu farklı bir yazının konusu olabilecek derinlikte olduğundan, yazının odak noktasını kaydırmamak için, en fazla söz edilen iki örnekle yetineceğiz.)

ABD'li akademisyen ve yazma edimi sırasındaki bilişsel işlemlerle ilgili araştırmaları olan Erwin R. Steinberg, 1960 tarihli makalesinde “Psikolojik bilinç akışı, sözcük dizisi değildir, bu nedenle bilinç akışı yazarlarının yazdığı, transkripsiyon değil, zihinde olanların bir simülasyonudur,” der. Bilinç akışı yazarları, çok boyutlu gerçekliğin benzetimini çizgisel ve eklentili bir ortamda nasıl yapacaklardır, diye sorar. Bu yazarların karşısında aşılmaz bir sorun vardır. Genel anlambilimin kurucusu sayılan Polonya asıllı ABD'li bilim insanı ve düşünür Alfred Korzybski'nin konuşmaya doğru giden dört soyutlama düzeyine (1. Olay, nesne ya da mikro fiziksel-kimyasal işlemler. 2. Alt sinir merkezleri tarafından olaydan üretilen sıradan nesne. 3. Psikolojik merkezler. 4. Terimin sözel tanımı) göndermeyle, “Gerçekte 'atomları düşerken' kaydetmek ve 'örüntüyü izlemek' imkânsızdır. Çünkü bu işlemde dil, dördüncü aşamadır, ilk üç aşama ise sözöncesidir,” der.[16]

Steinberg, edebiyat kuramcısı A. -A. Mendilow'dan da şu sözleri aktarır: “Dil, sözel olmayan deneyimi iletemez. Ardışık ve çizgisel olduğundan, eşzamanlı deneyimi ifade edemez, ayrık birimlerden oluştuğundan (sözcükler ya da sözcük grupları), yaşamın bölünmez akışını ortaya çıkaramaz. Gerçeklik ifade edilemez, bu sadece bir yanılsamadır.” Mendilow, her ne kadar bu düşünceleri dile getirse de bilinç akışı yazarları için şunları söyler: “Bilinç akışı yazarları, insan doğasının derinliklerini, önbilinci, bilinçaltını, deneyimin ve farkındalığın tümüyle ya da temel olarak sözel ortamda işlemediği, dokunsal, harekete ilişkin, görsel ve işitsel de olduğu derinliklerini 'ölçmeye' çalışmaktadır.”[17]

Zaten edebiyatın görevi, işlevi ya da amacı, “gerçeği, yalnızca gerçeği” yansıtmak, anlatmak, göstermek olmasa gerek. Söz konusu olan, edebiyat aracılığıyla anlam arayışı ya da anlam yaratmadır ve edebiyatın alanı da zaten bu tür sınırlarda açılır.


[1] William, J., “Stream of Thought”, Principles of Psychology, e-kitap, Public Library, Birleşik Krallık.

[2] “Zor problem” tanımlaması matematik kökenli felsefeci David Chalmers'e atfedilir. Chalmers, 1994 yılında Tucson’da düzenlenen “Bilincin Bilimsel Temeline Doğru” adlı konferansta yaptığı konuşmada “bilincin zor problemi” ifadesini kullandı ve bu ifade literatürde yerini aldı. Daha fazla bilgi için bkz. https://onculanalitikfelsefe.com/david-chalmers-bilincin-zor-probleminin-gercekten-zor-bir-problem-oldugunu-dusunuyor-john-horgan/

[3] Hussel, E., Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, çev. H. Tepe, Bilim ve Sanat Yayınları, 2003.

[4] Agamben, G., Çocukluk ve Tarih, çev. B. Parlak, Kanat Kitap, 2010.

[5] Bowler, R., “Stream of Consciousness, Drama, and Reality”, https://maysinclairsociety.com/may-sinclair-and-stream-of-consciousness/

[6] Nagel, T., “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir”, Zihin ve Evren, çev. Ö.  Ç. Aksoy, Jaguar Kitap, 2015.

[7] Block, N., “On a confusion about the role of consciousness”, Behav. Brain Sci., 18, s. 227–287, 1995.

[8] James, W., a.g.e.

[9] Dainton, B. “Précis: Stream of Consciousness”, PSYCHE, 10 (1), Mayıs 2004.

[10] Block, N. “Consciousness and Cognitive access”, https://doi.org/10.1111/j.1467-9264.2008.00247.x.

[11] Overgaard, M., “Phenomenal Consciousness and Cognitive Access”, 2018. https://royalsocietypublishing.org/doi/10.1098/rstb.2017.0353

[12] Dainton, B., a.g.e.

[13] James, W., a.g.e.

[14] Agamben, G., a.g.e.

[15] Akt. Buran, S. (2021). “Virginia Woolf ve James Joyce'un modern anlatım teknikleri üzerine karşılaştırmalı bir çalışma”, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10(1), s. 27-43.

[16] Steinberg E., “The Stream-of-Consciousness Novelist: An Inquiry Into the Relation of Consciousness and Language”, A Review of General Semantics, 17(4), 1960, s. 423-439.

[17]  Steinberg, E., a.g.e.