“Indiana Jones”, “Barbie” ve “Oppenheimer”: Gerçeğe Kim Tahammül Edemez?

Indiana Jones ve Kader Kadranı neden bu kadar kötü eleştiriler aldı ve neden ağır eleştiriler çoğunlukla Indy’nin vaftiz kızı Helena Shaw’ı canlandıran Phoebe Waller-Bridge üzerinde toplandı? Helena, zaman yolculuğunu mümkün kıldığına inanılan eski bir cihazı bulmak için Indy ile işbirliği yapar ve Mads Mikkelsen’in canlandırdığı Jürgen Voller (belli belirsiz Wernher von Braun’dan belli belirsiz esinlenen bir karakter) liderliğindeki yeni nesil Naziler de cihazın peşindedir (ana olay örgüsü 1969’da geçer).

Phobe’nin anlatı işlevi açıktır: Onunla Indy arasında cinsel bir heyecan yoktur; karı-kocayı (Indy ve Marion) tekrar bir araya getirmek için müdahale eder. Asıl hikâyenin başlangıcında (1944’teki giriş sekansından sonra) Indy bir sandalyede tek başına oturur, yarı uykulu ve depresiftir; sonunda Marion ile yeniden bir araya gelir –onlar sarılıp öpüşürlerken Phoebe memnun bir gülümsemeyle uzaklaşır… Bu hayli yapmacık mutlu son bile finalin acı tadını gerçekten yok edemiyor.

Indy’ye yapılan (çok da kaba olmayan) bir şaka, son buluşmalarından sonra evlilik hayatlarının nasıl olacağına dair bir ipucu veriyor (belki de böyle bir sahne jenerikte yer almalıydı). Akşam geç saatlerde, Indy bir kitap okurken (muhtemelen gençlik maceraları hakkında) uykuya dalmaya çalışan Marion ile yataktadır. Birkaç dakikada bir eliyle ona uzanıyor ve parmağını vajinal dudaklarına hafifçe sürtüyor.

Bu, yarım saat sürdükten sonra Marion patlar: “Uyumaya çalışıyorum! Seks yapmak istiyorsan çabuk yap, benimle böyle oynama!” Indy cevap verir: “Üzgünüm bu, seksle ilgili değil. Bir kitap okuyorum ve her birkaç dakikada bir yeni bir sayfa açmak için parmağımı ıslatmam gerekiyor…”

Yardımcıdan başkaraktere

Filmin son sahnesinde, Indy’nin gerçek arzusu ortaya çıkıyor: O ve Phoebe, şehir Romalılar tarafından kuşatma altındayken yanlışlıkla Siraküza’ya indiklerinde zaman makinesini icat eden Arşimet’le ile karşılaştıklarında Indy orada, büyük bir tarihî ânın ortasında olmaktan heyecan duyuyor. Nihayet kalmak istediği bir yer bulmuştur ve 1969’a dönmeyi reddeder. Phoebe’nin onu zamanımıza (ve karısına) geri getirmek için vurarak bayıltması gerekir, sonunda depresyona girmesine şaşmamalı.

Phoebe ile ilgili sorun nedir? Merkezî bir rolü var (Indy’nin kadın muadili); her ne kadar oynadığı tip standart Hollywood evreninde ana kahramanın arkadaşı ya da karşıtı gibi bir ufak rolle sınırlı olsa da, sanki arka plandan bir karakter öne çıkar, böylece uygun rol dengesini bozar – bu yıkıcılığı mükemmel buluyorum. Trans konumuyla ona sempati duyan kimi eleştirmenler, onun (Hollywood standartlarına oranla) tuhaflığına dikkat çekiyor; fakat aynı zamanda onu kadınsı cazibenin ataerkil klişelerini altüst eden Woke bir kadın olarak tasvir ederek yeniden normalleştiriyor.

Burada filmin ticari başarısızlığını Hollywood’daki Woke kültürün egemenliğine bir tepki olarak gören Woke karşıtı muhafazakârlarla aynı tuzağa düşüyorlar (ve filmin gişede ikinci haftasında QAnon yankılarıyla sağcı bir hit olan “Sound of Freedom” tarafından yenildiğini memnuniyetle belirtiyorlar). Gözden kaçırdıkları şey, Helena’nın ne idealize edilmiş bir seks sembolü ne de (daha az idealize edilmemiş) bir trans karakter olduğudur: O, hikâyeye, esaslı iyilikle çelişkili bir şekilde birleşen gündelik oportünizmin taze bir havasını, gerçek hayat denebilecek bir havayı getiriyor. Yani yeni Indiana Jones, Barbie’nin tam karşıtı: O, gerçek dünyaya sürülen kahraman değil, kazara kendini Indy’nin maceralarının fantezi dünyasında yeniden bulan, gerçek dünyadan gelen kişidir (Helena).

“Barbenheimer”

Eski Matrix teması olan “Gerçeğin Çölüne Hoş Geldiniz”in yeni bir versiyonu olarak okunduğunda yeni “Indiana Jones”, kahramanın gerçek dünyaya girdiği bir dizi yeni filme dahil edilmelidir: “Barbie”, “Oppenheimer”, “ I’m a Virgo”. Aynı gün sinemalarda gösterime giren ilk ikisi, Vulture (ABD) dergisi tarafından “Barbenheimer, tüm ikili filmlerin anası” olarak adlandırılan bariz bir çift oluşturuyor.

Barbie (Yönetmen: Greta Gerwig), Barbie ve Ken’in çok mükemmel olmadıkları için ütopik Barbie Ülkesi’nden sürüldükten sonra gerçek dünyada kendilerini keşfetme yolculuğuna çıkmalarını anlatıyor. En iyi Goldwyncılıklardan biri, Sam Goldwyn’in eleştirmenlerin filmlerinde çok fazla eski klişe olduğundan şikâyet ettiğini öğrendikten sonra yazı bölümüne nasıl bir not yazdığını anlatır: “Acilen daha fazla yeni klişeye ihtiyacımız var!” Haklıydı: sıradan günlük yaşam için “yeni klişeler” yaratmak en zor görev ve belki de ilerlemenin en güvenilir ölçüsüdür. Barbie ve Ken’in başarısız olduğu yer burasıdır: Sadece ütopik Barbie Ülkesi'nin dışında acımasız bir gerçeklik olduğunu fark etmekle kalmazlar, aynı zamanda ütopik ülkelerinin bu acımasız gerçekliğin bir parçası olduğunu ve onun en kötü özelliklerini meşrulaştırmaya hizmet ettiğini de fark etmek zorunda kalırlar.

Christopher Nolan’ın Oppenheimer’i gerçek dünyaya yolculuğu daha da karmaşık hale getiriyor: Filmin teması yalnızca bilimin güvenli sığınağından savaşın gerçek dünyasına geçiş değil, aynı zamanda gerçek dünyanın kendisinde yeni bir boyuttur: Nükleer silahlar (bilimin bir etkisi) gerçeklik algımızı sarsıyor. Oppenheimer, İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri için atom bombasını geliştiren ekip olan Manhattan Projesi’ni yöneten bir bilim adamıydı. 1954 yılında, gelişmekte olan nükleer silahlanma yarışının yavaşlatılmasını savunan birkaç gruba üye olması nedeniyle komünist olarak damgalandı. Oppenheimer’in kamusal katılımı cesaret ve uygun bir etik duruş sergilerken, eylemlerinin varoluşsal sonuçlarıyla başa çıkmaya çalıştığında tehlikeli bir karışıklığın içine girdi. Günther Anders, “İmparatorluksuz Kıyamet” adlı makalesinde çıplak kıyamet kavramını ortaya atmıştır: “Kıyamet, yeni ve olumlu bir durumun (‘imparatorluğun’) açılışını temsil etmeyen salt kıyametten ibarettir.” Anders’in fikri, nükleer bir felaketin tam da böyle çıplak bir kıyamet olacağı yönündeydi: Bundan yeni bir imparatorluk çıkmayacak, sadece bizim ve dünyamızın yok olması söz konusu olacaktı.

Çoğumuz gibi Oppenheimer de bu çıplaklığı kabul etmeye hazır değildi, bu yüzden Oryantalizm’e sığındı ve Upanişadları orijinalinden okumak için Sanskritçe öğrendi. Oppenheimer, New Mexico’daki Trinity testinde atom bombasının başarılı ilk patlamasından sonraki duygularını anlatmak için Bhagavad Gita’dan Krişna’nın Arjuna’ya söylediği bir alıntıyı kullandı: “Şimdi ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Kendisiyle ilgili metinlerde bu satırdan düzenli olarak bahsedilirken, Gita’dan başka bir pasaj daha aktarır: “Binlerce güneşin parlaklığı gökyüzünde bir anda patlasa, Kudretli Olan’ın parlaklığı gibi olurdu.” Atom patlaması böylece ilahi bir deneyime yükseltilir. Başarılı atom patlamasından sonra, “Oppenheimer’in tuhaf muzafferliğinin fark edilmesine şaşmamalı: ‘Onun yürüyüşünü asla unutmayacağım; arabadan indiğini asla unutmayacağım... yürüyüşü Kahraman Şerif (High Noon) gibiydi... bu tür bir çalım. O, bunu yapmıştı’.”

Oppenheimer’ın Gita’ya hayranlığı böylece, şark geleneğinde kuantum fiziğinin metafizik içerimlerini temellendirmeye yönelik uzun girişimler dizisine katılır.

Ve Nolan’ın (aksi halde mükemmel olan) filmi, her türlü “tinsel derinlik” yakarmasının, bilim tarafından yaratılan yeni gerçekliğin dehşetini gizlediğini açıkça ortaya koyamıyor. Gerçekliğimizin temel koordinatlarını sarsan “çıplak kıyamet” ile etkin bir şekilde yüzleşmek için, tinsel derinliğin karşıtına ihtiyaç vardır: büsbütün saygısız komik bir tine. Holokost ile ilgili en iyi filmlerin komediler olduğu unutulmamalı –filmler Holokost’u önemsizleştirdiği için değil, Holokost’un “trajik” bir hikâye olarak anlatılamayacak kadar çılgınca bir suç olduğunu zımnen kabul ettikleri için.

Gerçek durumları belirtmek için saçmadan yararlanma

Şu anki durumumuzda bunu yapmaya cesaret eden bir film var mı? Bu da bizi üçüncü örneğe getiriyor: I’m a Virgo (Boots Riley’in mini dizisi, 2023’te yayınlanacak), California, Oakland’da teyzesi ve amcasıyla büyüyen dört metre boyunda, 19 yaşındaki siyah bir adam olan Cootie’nin hikâyesi. İkisi hayatlarının her dakikasını Cootie’nin güvende ve korunaklı olduğundan emin olmaya adarlar –ancak sürekli bir reklam, çizgi roman ve popüler kültür diyetiyle beslenerek yetişen Cootie, dünyaya bir tabula rasa olarak dalmaz, egemen ideoloji tarafından beyni zaten yıkanmıştır. Arkadaş, iş ve hatta aşk bulmayı ancak güçlükle başarır ve çok geçmeden dünyanın göründüğünden daha kasvetli olduğunu keşfeder. Cootie bir katalizör görevi görür, ortak sosyal gerçekliğimize girişi, onun tüm karşıtlık ve gerilimlerini (ırkçılık, tüketim, cinsellik...) ortaya çıkarır. Peki, bunu nasıl yapar? Zeki bir eleştirmenin belirttiği gibi: “Ağır temalara aldanmayın: ‘I’m a Virgo’ kesinlikle çılgın anlarla dolu bir komedidir. Riley gerçek hayattaki durumlarda bariz olana işaret etmek için saçma olandan yararlanır. Büyük çelişkilerin beni kendine çektiğini hissediyorum. Kapitalizmin çelişkileri –nasıl işlediği– neredeyse yaptığımız her şeyde yankılanacaktır.”

Riley’in dehası da burada yatıyor: iki trajik olguyu (dünyamıza fırlatılmış dev bir ucube ve günümüz küresel kapitalizminin temel çelişkileri) birleşimi, parlak bir komedi ortaya çıkarıyor. Bu komik etki, ideolojik fantezilerin ve gerçekliğin dışsal karşıtlar olmamasından kaynaklanır: En karanlık gerçekliğin kalbinde fantezilerle karşılaşırız. Korkunç suçların failleri, yaptıklarını cesurca yapan canavarlar değildir –onları motive eden yanılsamayı sürdürmek için yaparlar. Stalinistler yeni bir toplum yaratmak için milyonları öldürdüler ve projelerinin başarısızlığa mahkûm olduğu gerçeğinden kaçınmak için milyonları öldürmek zorunda kaldılar.

Gerçeklikten kaçış

Çoğumuz A Question of Honour (Birkaç İyi Adam, Rob Reiner, 1992) filminin doruk noktasını biliriz; Tom Cruise’un, Jack Nicholson’dan talepte bulunduğu andır bu: “Gerçeği istiyorum!” Nicholson da “Sen gerçeği kaldıramazsın!” diye bağırır. Bu cevap göründüğünden daha çok anlamlıdır: Bu, basitçe çoğumuzun olayların acımasız gerçekliğiyle başa çıkamayacak kadar zayıf olduğu iddiası olarak algılanmamalıdır. Birisi Holokost gerçeği hakkında bir tanığa sorarsa ve o da şöyle cevaplarsa (“Gerçeği asla kaldıramazsınız”), o zaman bu, çoğumuzun Holokost’un dehşetini hazmedemeyeceğine dair basit bir iddia olarak anlaşılmamalıdır.

Daha derin bir düzeyde, gerçekle başa çıkamayanlar Nazi faillerinin kendileriydi: Toplumlarının her şeyi kapsayan bir karşıtlıkla örülmüş olduğunu kabullenemediler ve bu sorundan kaçınmak için sanki Yahudileri öldürmek uyumlu bir toplumsal yapıyı yeniden tesis edecekmiş gibi Yahudileri hedef alan öldürücü katliamlara giriştiler. Ve işte hikâyelerin gerçeği göze almayla ilgili son dersi burada yatıyor: Sadece gerçekle yüzleşmekten kaçınmak için fanteziye sığınmakla kalmıyoruz, aynı zamanda fantezilerimizin başarısızlığı gerçeğinden kaçınmak için de gerçekliğe (acımasız eylemlere) sığınıyoruz.


Çeviren: Meriç Gök