Hafızanın Kireci ya da Türkiye’de Nürnberg Davası Etkisi

Türkiye tarihi ile alakalı okumalarda, bazen ‘’enteresan’’ olaylarla karşılaşmak mümkün. Bu olayları incelerken, kendimi Bernhard Schlink’in Selb üçlemesinin içinde bir yerlerde hissettiğim zamanlar çok oluyor. Dedektif Selb karakteri, Hitler iktidarı süresince bu iktidarı destekleyen ve iktidarın eylemlerine omuz veren insanların, savaş bittikten sonra ‘’normal’’ hayatın içinde nasıl da ‘’iyilik meleklerine’’ dönüştüklerini gösteriyordu. Nürnberg yargılamaları her ne kadar çok önemli olsa da sembolik kalmış, soykırımın ‘’sıradan failleri’’, hayatlarına kaldıkları yerden devam etmişlerdi. Selb’in Yargısı’ndaki Korten karakteri, bu hususu gayet iyi özetliyordu:

1933-1945 arasında kalan yılların unutulup gitmesi- bizim devletimizin üzerinde yükseldiği temel bu işte. Pekâlâ, yargı ve yargı kararları hakkında birazcık gürültü patırtı yapacaktık ve yapacağız da. 1945’te öyle uzun uzadıya ölçüp biçecek zaman yoktu; geçmiş ile hesaplaşmanın tek yolu buydu. Sonra temel sağlamlaştırıldı.

Burada biraz dedektif Selbcilik yapıp Türkiye’de 1946 yılında kurulan İnsan Hakları Cemiyeti’ne bakalım. Bu cemiyetin açılması ile kapanması bir oldu denilebilir, fakat kurucuları ve kurucularının bu süreçteki tutumlarını izlemek hayli enteresan. Birleşmiş Milletler, üyelerine, insan hakları ile ilgili kurullar oluşturmalarını salık verince, Türkiye’de dönemin hükümetine bağlı bir Birleşmiş Milletler İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Türk Grubu oluşturulur. Bundan bağımsız olarak aynı süreçte oluşturulan İnsan Hakları Cemiyeti’nin ise genel başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, genel sekreteri ise Tevfik Rüştü Aras’tır ve kurucular arasında Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel gibi isimler de vardır. Türkiye basınında bu cemiyetin kuruluşu hayli şaşkınlıkla karşılanır, çünkü özellikle CHP’ye muhalif duruşları dolayısı ile ‘’komünist’’ olarak adlandırılan Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel’in, Mareşal ile aynı cemiyette buluşmasına, İsmet İnönü dahi kimse anlam veremez. Hatta İsmet İnönü, İnsan Hakları Türk Grubu’nu, İnsan Hakları Cemiyeti karşısındaki konumu itibarıyla komünizme karşı savaşta çok önemli bir unsur olarak nitelendirir.[1] İnsan Hakları Cemiyeti’ne üye olmak için, ‘’diktatörlüğe ve faşizme hizmet etmemiş olmak’’ gerekiyordur[2]; ‘’faşist, insan haklarını tanımayandır’’ diye belirten[3] kurucular, böylelikle, kendilerinin hiçbir zaman diktatörlüğe ve faşizme hizmet etmemiş olduklarını, insan haklarını ihlal etmemiş olduklarını da ‘’ispatlarlar’’. Kendisini koyu bir Kemalist olarak tanımlayan Tevfik Rüştü, zamanında Hitler yahut Mussolini’ye destek vermiş olanların bile, sonuçta ortaya çıkan ‘’vahim tabloyu’’ görüp fikirlerini değiştirmişlerse eğer, derneğe üye olabileceklerini salık verir.[4]

1925-1938 yılları arasında dışişleri bakanı olan ve gerek Hitler ile gerekse Mussolini ile ‘’dostluk’’ bağları kurulmasında önemli bir aktör olan Tevfik Rüştü, bu ifade ile kendisini mi gölgelemektedir? Zamanında, yazılarında gayrimüslimlere karşı kullandığı şiddet dili dolayısıyla arkadaşlarından uyarı almış[5] bir doktor olarak, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından gerçekleştirilen 1915 Ermeni katliamında, hastalık ve koku yaymamaları için ölü bedenler üzerine kireç dökme görevini yerine getiren[6] Tevfik Rüştü, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Ermenilere yapılanlar dolayısı ile Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesi tarafından tutuklanmıştır. Tutuklananlar arasında, Musul’da Ermenilerin sürülmesi sürecini kolaylaştırıcı vazife görmesi dolayısıyla Mareşal Fevzi Çakmak da vardır.[7] Tevfik Rüştü, daha sonra, muhaliflerin bastırılmasında etkili olan İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşunda ve Lozan Anlaşması’na ek bir sözleşme olan, insanların yerlerinden edildikleri Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi anlaşmasında baş aktörlerden biri olacaktır. Tevfik Rüştü, Lozan’da, Türkiye'nin Müslüman nüfusu arasında ulusal birlik ve dayanışmayı zedeleyebilecek konulara atıfta bulunmaktan kaçınılmış olmasını olumlu karşıladığını belirtmiş ve şöyle demiştir[8]:

Lozan Antlaşması'nın geçici hükümleriyle hakları güvence altına alınan ve toplam nüfusa oranla sayıları son derece azalmış olan bazı azınlıkları saymazsak, Türkiye'nin nüfusu Türklerden ve Kürtlerden oluşmaktadır; bu iki unsur ülkeyi birlikte yönetmektedir. Tüm Kürtler, Türkiye'de, herhangi bir kısıtlama olmaksızın, Türklerin sahip olduğu tüm haklara sahiptir. Milletvekili, bakan, vali vs. olma hakkına sahiptirler.

Şunları da ekler Dr. Rüştü[9]:

Devlet, çoğunluğu Türkiye'de olan ve Türkiye'yi Türk halkıyla birlikte yöneten Kürt unsuru adına konuşma hakkına sahiptir. Dahası, mütareke döneminde Diyarbekir vilayetine yönelik saldırının[10] nasıl ve kimler tarafından savunulduğunu herkes biliyor. Kürtler tarafından püskürtülmüştür.

Elbette gayrimüslimlere karşı alınan bu tavırdan, bir süre sonra Kürtler de etkilenecektir. Mareşal Fevzi Çakmak, 1937 yılında sistematik olarak başlayan Dersim katliamı yaşanırken genelkurmay başkanıdır ve şu sözleri sarf etmiştir:

Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı, Dersim’e iyi yetişmiş idealist memurlar tayin edilmeli, Yüksek memurlara sömürge yönetimlerindeki yetkiler verilmeli, Dersimli okşanarak kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve iyileştirmenin esasını oluşturur. Dersim’in yönetimi, sömürge yönetimi gibi ele alınmalı ve burada bir sömürge idaresi kurulmalıdır. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra yavaş yavaş Türk hukuku uygulanmalıdır.[11]  

Serteller ise, 1915 sonu ya da 1916 başlarında evlendiklerinde İttihat Terakki liderleri Talat Paşa ve Doktor Nazım nikâh şahitliklerini yapmışlar ve Serteller, daha sonra kaleme aldıkları anılarında, 1915 yılında yaşananlardan hiç bahsetmemeyi tercih etmişlerdir. Peki, ne olmuştu da bu isimler, bu gibi eylemlerin aktörleri ve ‘’suskunlar’’, hiçbir özür ya da pişmanlık belirtisi göstermeden, İnsan Hakları Cemiyeti kurma girişiminde bulunmuşlardı? ‘’Bir İnsan Hakları Cemiyeti kurulacaksa, onu da anca biz kurarız’’ gibi bir kibir midir bu cemiyeti hayata geçiren, yoksa herhangi bir uluslararası yargılamanın konusu olabilme ihtimallerini, öncesinden engellemek midir?

Tevfik Rüştü Aras’ın 1944 yılından itibaren, ağırlıklı olarak dış politika ve başka ülkelerde gelişen olaylar üzerine kaleme aldığı yazıların detaylı bir okuması yapıldığında ne Nürnberg yargılamalarından ne de soykırımdan bahis geçer. Türkiye basınında o tarihlerde, uzun süre baş sayfaya taşınan bu yargılamalar hakkında Tevfik Rüştü’nün hiç kalem oynatmaması ilginç. İkinci Dünya Savaşı sonrası yapılan 1944 Dumbarton Oaksta toplantısı, Lahey yüksek mahkemesinin kimi faaliyetleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin icraları, çeşitli ülkelerin hariciye nazırlarının demeçleri, kimi ‘’Siyonist’’ kongreleri, Atom Konseyi Raporu, 1947 Amerika Kongresi, Ürdün Kralı’nın icraları, İngiltere’nin ‘’yararlı’’ kolonyal politikaları, Stalin’in faaliyetleri, 1947 Londra Konferansı, milletlerarası silahsızlanma ve polis kuvvetine dair Birleşmiş Milletler’in çalışmaları gibi pek çok konuda detaylıca bilgi veren Tevfik Rüştü[12], neden Nürnberg yargılamalarından hiç bahsetmez? Görüşlerim yazıları arasına girmeyen, Nürnberg duruşmalarının başlamasından bir gün önce kaleme aldığı yazısında Tevfik Rüştü, Birinci Dünya Savaşı sırasında, ‘’Gerek orduda, gerek asli vazifem olan sıhhiye müfettişi umumiliğinde her vakitki gibi ve daha fazla aşkla vazife ifasında kusur etmedim,’’ yazmış[13], kendisini tutuklanmaya götüren olaylar dolayısıyla bir pişmanlık belirtmemişti. Tevfik Rüştü uluslararası gelişmelere dair haberler ve görüşler kaleme alıyorken, gazeteler sayfa sayfa Nürnberg mahkemesine dair haberler neşrediyorlardı. Dernek kurucularından yalnızca Sabiha Sertel, Nürnberg yargılamaları üzerine 22 Kasım 1945 yılında, Tan’da şu cümlelerini okuduğumuz bir köşe yazısı yazmıştı:

Bugün beynelmilel Nürnberg mahkemesinde hâkimlerin karşısına dizilen suçlular tarihi bir mesuliyeti omuzlarında taşımaktadır. Bu tarihi muhakemenin en büyük vasfı, harbi suç saymasıdır. Düne kadar harbi milli bir vazife sayan dünya ülkelerini bölüşmek için önlerine paspasları katan, ehlisalip ve diğer harplerle bu vahşeti ‘’mukaddes’’ telakki eden insanlığın, bugün harbi bir cürüm olarak kabul etmesi, onun geçirmekte olduğu büyük istihalenin en büyük delilidir… Alman Nazizimi, emperyalist bir dünya içinde yalnız Versayın haksızlıklarını tamir için hak isteyen bir devlet olarak kalsaydı, belki kendisine bazı haklar verilebilirdi. Fakat Hitler Almanya’sı, bütün dünyayı hâkimiyeti altına almak gibi süper emperyalist bir siyaset takip ettiği için, tecavüzi bir harp hazırlamış, bugünkü dünyanın bu harabesine sebebiyet vermiştir.[14]

Yazı, elbette mahkemenin icraatlarına dair ‘’eksik’’ yorumlar içeriyordu. 20 Kasım 1945’te, mahkemenin ilk gününde, Sabiha Sertel bu yazıyı yazmadan iki gün önce, Nürnberg salonlarında ilk defa ‘’soykırım’’ tanımlaması kullanılmış[15] ve soykırım, insanlığa karşı suçlar arasında niteleyici bir ifade olarak yerini almıştı. Raphael Lemkin’in[16], İttihat ve Terakki yönetimi altında 1915 yılında Ermenilere yapılanlardan esinlenerek kaleme aldığı; devletin, bir ulusa, etnik kimliğe, aidiyete mensup olmaları gerekçesi ile bu aidiyete mensup kişilerin tamamını ya da bir bölümünü ‘’planlı’’ bir şekilde yok etme kastını anlatan soykırım tanımı, insanlığa karşı suçlar arasında tanımlanmıştı. İnsanlığa karşı suç meselesi, Nürnberg Mahkemesi İlkeleri’nde yer almış, yargılamaların daha başlangıcında duyurulmuştu[17]; insanlığa karşı suç, tüm sivil halka yönelik olarak gerçekleştirilen, savaştan önce ya da sonra, siyasal, ırksal ya da dinî düzen saikiyle işlenen, işlendikleri ülkenin iç hukukunda suç olarak tanımlansın ya da tanımlanmasın, mahkemenin yetki alanına giren tüm suçları takiben ya da onlara ilişkili olarak işlenen fiilleri kapsıyordu. Nürnberg Mahkemesi, insanlığa karşı suçun ilk hukuki tanımının yapıldığı yer olması bakımından da çok önemliydi. İnsanlığa karşı suçun hukuki tanımının yapılması ve yargı yolunun açılması ile artık, bireyleri ulus-devletlere bağlayan ve bu döneme kadar uluslararası hukuk ile birey arasına ayrım koyan kutsal bağ geçersizleşmişti; birey, resmî makamı ne olursa olsun, ulusal yasalara uygun davranıp davranmadığından bağımsız olarak, doğrudan uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerin taşıyıcısı olarak tanınmıştı.[18] Böylelikle Nürnberg yargılamaları, insanlığa karşı suçların ele alınışı açısından, kozmopolit hukukun toplumsal bir gerçeklik olarak doğuşuna da işaret ediyordu[19]; kozmopolit hukuk, Kant'ın on sekizinci yüzyılın sonlarındaki yazılarından beri, bir idea olarak var olmuştu, ancak Nürnberg mahkemesi, insanlık kavramını âdeta ‘’ete kemiğe büründürüyordu’’. İnsan haysiyetini, tartışma konusu haline getiriyordu.

Mahkeme, Sertel’in yazdığı üzere, emperyalist ulus-devletlerin birbirlerine ettiklerinin cezalandırılması gibi öznesi belirsiz bir yargılamadan çok daha öteye gidip, ‘’görev adamlarını’’, ‘’sıradan failler’’i de yargılama konusu yapıyordu. Amerikan ve İngiliz kontrolü altındaki radyo istasyonları, günde iki kez (örneğin, Frankfurt Radyosu'nda) on beş dakika yayın yaparak ve düzenli haber programlarına (Radyo Münih gibi) ek programlar taşıyarak Nürnberg duruşma raporlarına önemli bir yer ayırıyorlardı, Doğu Alman radyosu, raporları haber bültenleri kapsamında düzenli olarak yayınlamaya devam ediyordu.[20] Dış ülkelerdeki gelişmeleri detaylı bir şekilde takip eden bu kişiler, özellikle Tevfik Rüştü, neden bu mahkemeye değinmekten kaçındı? CHP ve hükümet çevreleri tarafından, Nihat Erim ve Nazım Poroy’un görevlendirildikleri, hükümete bağlı Birleşmiş Milletler İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Türk Grubu’nun ilk olarak yayımladığı (Milli Eğitim Basımevi) kitabın Nürnberg Davası olması, bu davanın, kitapta da belirtildiği üzere, özellikle siyasileri ne derece meşgul ettiğini gösterir nitelikte. Bu kitapta, Birleşmiş Milletler İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Türk Grubu’nun Nürnberg mahkemesine pek de sıcak bakmadığı görülüyor. Kitapta, bu mahkemenin ‘’tesiri inkâr edilmek şöyle dursun, asla küçümsenmeyecek olan’’ bir mahkeme olduğu, fakat bu mahkemenin hukuki değil, siyasi olup uluslararası bir ahlâk nazariyesi ortaya koymanın galip taraflarca amaçlandığı ve intikam hissiyatı neticesinde, ‘’kanunsuz suç olmaz’’ kaidesinin ihlal edildiği yazıyor. Bu husus kitapta, özellikle, insanlığa karşı suçlar ve kitapta geçtiği şekliyle ‘’kök kazıma’’, ‘’ginocide’’, yani soykırım bahsinde ele alınıyor: ‘’Ortaya çıkıveren bu suç, henüz milli kanunlara girmiş değildir ve bu gibi hareketlerin yasaklanmış birer cürüm olduğunu iddia etmek zordur… Milli kanunlarda yer almayan böyle bir suçun yaratılması, kanunsuz suç olmaz ilkesinin ihlal edilmesi, adaleti zulüm aleti haline dönüştürmüştür.’’[21] Birleşmiş Milletler İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Türk Grubu’na göre Nürnberg mahkemesi, yalnızca, galibin mağlubu ezeceğini göstermekle kalır…  

Aslında, davanın bahsinden neden kaçındığı sorusunun cevabını, hatıralarını yazarken, hafızasını ‘’nasıl kullandığını’’ belirttiği bir yazısında verir Tevfik Rüştü: ‘’Hafızam, manası ve şümulü olan tavırları, hareketleri, kelimeleri ve mülahazaları sadakatle zapt etmiştir; lüzumsuz teferruatı ise unutmuştur. Böylece daha hatıralarımı yazmadan evvel, ehemmiyetsiz malumatın süzülmesi işi, dimağımda kendi kendine tamamlanmıştır.’’[22] Bu minvalde, anılarını özellikle 1920 senesinden başlatmayı tercih ettiğini de belirtir; zira 1919 senesinin üçte ikisini, Divan-ı Harb-i Örfi dolayısıyla hapiste geçirmiştir.[23] Tevfik Rüştü, anılarını, görüşlerini ‘’sağaltırken’’, ‘’bilinçli’’ elemeler yapar. Bir anda ortaya çıkan ve faaliyete geçmeyen, kamuoyunun anlam veremediği İnsan Hakları Cemiyeti, hafızanın kireci midir?

Günümüzde, seçim öncesi ortaya çıkıveren, insan haklarını yücelten eylem planları gibi siyasal ‘’atılımların’’ da benzer bir işlev gördüğünden sanıyorum ki bahsetmek mümkün.


[1] Erim, Nihat, 2021, Günlükler: 1925-1979, I. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, s. 64.

[2] Aybay, Rona, 2016, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Türkiye (1945-1948), İstanbul Bilgi Üniveristesi Yayınları, s. 75.

[3] Akşam gazetesi, “İnsan Hakları Cemiyeti İlk Toplantısını Yaptı, Mareşal Fevzi Çakmak, Cemiyetin Gayeleri Hakkında İzahat Verdi”, 19 Ekim 1946.

[4] Vatan gazetesi, 23 Ekim 1946.

[5] Aras, Tevfik Rüştü, 2016, Bir İttihatçının Günlük Yazıları (Yayına Hazırlayan: Melih Tınal), Zeus, s. 34.

[6] Akçam, Taner, 2006, “A Shameful Act: The Armenian Genocide and The Question of Turkish Responsibility. A Holt Paperback”, s. 462; Dadrian, Vahakn N. , 2004, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, çev. Atilla Tuygan, Belge Yayınları, s. 156. Hem Prof. Akçam’ın hem Prof. Dadrian’ın, Tevfik Rüştü’nün ‘’kireç dökme’’ görevini aktarırken kullandıkları kaynak aynıdır: Kudüs Ermeni Patrikliği Arşivi, Seri 21, Dosya M, No. 249.

[7] Dadrian, Vahakn N. ve Akçam, Taner, 2011, Judgement in Istanbul: The Armenian Genocide Trials, Berghahan Books.

[8] Aras, Tevfik Rüştü, 1935, 10 Ans Sur Les Traces de Lausanne (der. Numan Menemencioğlu), Akşam Matbaası, s. 53

[9] A.g.e., s. 54.

[10] Diyarbakır’da yaşanan Ermeni ve Süryani ayaklanmasından bahsediyor.

[11] Yayman, Hüseyin, 2016, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, Doğan Kitap, s. 118.

[12] Bu yazılar için bkz. Aras, Tevfik Rüştü, 2004, Gazete Yazıları 1946-1947 (Yayına Hazırlayan: Melih Tınal), Büke Yayınları. Aras, Tevfik Rüştü, 1968, Görüşlerim, Semih Lütfi Kitabevi.

[13] ‘’Biraz da İnsaf Lazım’’, 19 Kasım 1945, Tan.

[14] ‘’Harp Mücrimlerinin Muhakemesi’’, 22 Kasım 1945, Tan.

[15] Barrett, John Q., 2010, The Genocide Convention Sixty Years After Its Adoption, Safferling, Christoph ve  Conze, Eckart (ed.), TMA Asser Press.

[16] Bkz. Frieze, Donna-Lee, 2023, Tamamen Gayriresmi: Raphael Lemkin’in ve Soykırım Sözleşmesi’nin Otobiyografik Anlatısı, çev. Dario Navaro, Belge Yayınları.

[17] Marty, M. Delmas, Fouchard, I., Fronza, E. ve Neyret, L., 2012, İnsanlığa Karşı Suç, çev. Berna Ekal, İletişim Yayınları, s. 19.

[18] A.g.e., s. 17.

[19] Fine, Robert, 2000, ‘’Crimes Against Humanity: Hannah Arendt and Nuremberg Debates’’, European Journal of Social Sciences.

[20] Wolf, Rene, 2010, The Undivided Sky: The Holocaust on East and West German Radio in the 1960s, Palgrave Macmillan, s. 48.

[21] Poroy, Nazım, 1948, Nüremberg Davası, Birleşmiş Milletler İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Sağlama ve Koruma Türk Grubu Yayımlarından 1, Milli Eğitim Basımevi, s. 79.

[22] Aras, Tevfik Rüştü, 1968, Görüşlerim, Semih Lütfi Kitabevi, s. 100.

[23] A.g.e., s. 108.


Görsel: Rona Aybay'ın İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Türkiye kitabından