Sembolik Liyakatin Çöküşü

Toplumsal olarak güven duygusunun giderek azaldığı bir çağda yaşıyoruz. Kurumlara, devletlere, örgütlere şüpheyle yaklaşıyoruz. Bir türlü güvenememe hali kişilerarası düzeye kadar sirayet etmiş durumda. Gittiğiniz doktora, alışveriş yaptığınız esnafa, çocuğunuzu emanet ettiğiniz öğretmene bir türlü güvenemiyoruz. İnsanın insana hep şüpheyle baktığı, kimsenin kimseye itimadının kalmadığı bir dünya… Üstelik bu durum sadece bize özgü değil, küresel düzeyde artmaya devam eden güven yitiminden bahsedebiliriz. Örnekleri o kadar çok ki… Paranoya derecesindeki hezeyanlı bir ruh halinin tezahürü olan komplo teorileri, her işin altında bir bit yeniği arama motivasyonu, “bu iş kime yaradı” soruları, bu olanlar tesadüf değil saptamaları olarak karşımıza çıkıyor. Hepiniz dünyayı yöneten beş şirket, Illuminati, Mason Locaları, uluslararası sermaye, CIA, Trilateral Komisyon ya da daha yerel olan Davos ve dış mihrakların öznesi olduğu muhabbetlerin içinde kendinizi bulmuşsunuzdur. Başımıza gelen her olumsuzluğu kadiri mutlak ve gizemli tek bir kötüye atfetmenin cazibesine kapılmamak elde değil… 

“Biz”i masum kurbanlar kategorisine yerleştirirken, şeytani olan ötekiyi dışarıda bırakan bu yaklaşım, bizden saydıklarını hep uyanık ve tetikte olmaya davet eder. Bu söylem bizleri her an teyakkuzda olmaya çağırır çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değildir aslında! Tesadüf sandıklarınızın ardında karanlık ilişkiler ve birtakım gizli güçlerin çıkarları vardır. En masum görünen en güvendiğiniz kişi sizi karanlık bir oyunun içine çekebilir. Olaylar arasında mütemadiyen karşılıklı ilişki ve bağıntılar kurma çabası, büyük resmi görme gayreti! İçinde yaşadığımız gerçeklikten çok daha tutarlı olan bu korkutucu fantezi evreninde olumsallığa, tesadüflere ya da spontaneliğe yer yoktur. Olan biten her şeyin arkasında bütün kötülüklerin kaynağı mutlak bir yürütücü gücün varlığına inanmak aslında bireyin seçim yaparak hayatını inşa etme sorumluluğunu elinden alır. Bu paranoyak yapı neredeyse tanrının yerini şeytani güçlerin aldığı, kaderin ağlarını sürekli ördüğü belirli ve değiştirilmesi imkânsız bir dünya tasavvuru sunar.

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren topluma egemen olmaya başlayan bu ruh halinin seksenli yıllardan sonra ivme kazanarak tırmanışa geçtiğini söyleyebiliriz. Slovoj Zizek’in “büyük ötekinin çözülüşü” saptaması, içinde bulunduğumuz güvensiz ruh halini açıklıyor. Duygularımız içinde yaşadığımız kültürle, politikayla, toplumsal yapıyla iç içedir. Elbette hissetme biçimleri öznelliğimiz ve deneyimlerimizle ilişkili. Ama benlik çok katmanlı ve ötekine bağımlı değişen ve dönüşen bir yapıda. “Ben” denilen şeyi boydan boya kateden bir toplumsallık var. Bir başka deyişle dil ve kültür duygularımız ve düşünce tarzımıza dair bir repertuar oluşturuyor. Bir dilin içine doğuyoruz ve o dilin bize sunduğu sınırlar içinde duygularımızı anlamlandırıp ifade ediyoruz. Zaten “büyük öteki” denilen kavram da buraya işaret ediyor. Büyük Öteki, dil ve yasayla ilişkili bir kavram. Her bir öznenin tek tek nitelendirdiği sembolik düzenin kendisi diyebiliriz. Sembolik düzeni, öznelerin birbiriyle ilişkisine aracılık eden, dilin, iletişimin oluştuğu yapı gibi düşünelim. Ama somut karşılığı olmayan kurgusal bir yapı… Büyük öteki, ben’in bilinçdışıyla farkına vardığı ama bilinç düzeyinde tanımlayamadığı bir “iç öteki”dir.

Arzularınız, hayalleriniz ve ulaşmak istediğiniz ideal ego; din, devlet, yasa, kültür tarafından içerilir. Bir başka deyişle büyük öteki, “ben”in içinde yer alır. Büyük öteki, içimizde tuttuğumuz simgesel düzendir. Büyük ötekinin mükemmel, tam ve eksiksiz olduğuna dair bir atfımız vardır. Aslında bu bir yanılsamadır, çünkü büyük öteki her bir özne sanki o varmışçasına yaşadığı takdirde var olabilir. Bu yüzden büyük öteki ancak özne onu tanıdığında öznenin ideal egosu için bir referans olabilir.[1] Bizler bu eksiğin üzerini bilinçdışında örter ve büyük ötekini bütün arzumuzun mahali haline getiririz. Bu mahali simgesel düzen bizde her ne ile temsil ediliyorsa onunla doldururuz. Bu bazen devlet, bazen din, bazen başka idealler olur. Oysa gerçeklik sadece yapıp ettiklerimizdir. Büyük ötekinin temsili olarak referans aldığımız değerler biz var dediğimiz için vardır. Yeryüzünde somut karşılıkları yoktur. Şimdi büyük ötekinin çökme hipotezine bu bağlamın içinden bakalım.

Seksenlerden itibaren toplumsal yapıda radikal bir dönüşüm oldu. Bu bir paradigma değişimiydi. İkinci Dünya Savaşı’na kadar idealize edilen büyük anlatılar, inandığımız bir modernizm ve geleceğe umutla bakan ilerlemecilik fikri vardı. Bilimin insanları hep daha iyiye götüreceğine, bugünün yarından daha iyi olacağına inanırdık. Rasyonel aklın geçmişin gelenek ve batıl inançlarından kaynaklı kötülükleri yok edeceğine dair umudumuz tamdı. Ulus-devletlerin toplumun her bir bireyine refah vaadi vardı. Modernizm “hakikat”i söylemek konusunda iddialıydı. İki dünya savaşı modernizmin hiç de o kadar rasyonel olmadığını gösterdi. Modernizmin vaatleri yerine gelmedi. Sonrasında iki kutuplu dünyanın büyük anlatıları bizlere hukuk sistemi, kalkınma atılımları, refah devleti, demokrasi, ulusal ekonomi, insan hakları nosyonuyla yeni idealler verdi. Eğitimle, bilimle, sanayiyle, teknolojiyle güzel ve aydınlık günlerin geleceği fikri Reagan ve Thatcher’ın temsil ettikleriyle, Duvar’ın yıkılışıyla, din/mezhep savaşlarıyla birlikte yerle yeksan oldu.

“Global büyü bozumu”yla birlikte büyük ötekinin çözülmesi başladı. Biz bilim ve teknolojiyle güzel bir dünya kurmaya çalışırken ozon tabakasını delmiş, yeryüzünde geri dönüşsüz bir kirlilik yaratmıştık. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük için mücadele eden ulus-devletler, kimyasal savaşların, nükleer felaketlerin atıklarını, savunma yatırımlarının yükünü toplumların üzerine bıraktı. Modernizm kendisiyle yüzleşmeye başladı. Biyoteknoloji, gen teknolojileri, nanoteknolojiler ve bugün büyük bir muamma olarak önümüzde duran yapay zekâ doğa ve kültür, özne ve nesne arasındaki sınırları belirsizleştiriyor. Tanımlar, doğrular, kavramlar sürekli değişiyor, uzman sistemleri sorgulanıyor. Çok fazla söylem, çok fazla risk var. Bilginin geçerliliği ve güvenilirliği giderek daha kırılgan hale geliyor. Uzman sistemleri ve bilgiyi haklı olarak sorguluyoruz. Bu durumda sembolik düzenle girdiğimiz ilişki tahrip oluyor. Çünkü benliğimize aldığımız büyük öteki temsilleri bir bir geçersizleşti. İdeal, geçerli, tam ve bütünlüklü olan nedir bilemiyoruz. Hakikate ulaşmak için kerteriz alacağımız bir yer kalmadı. Üstelik hakikat anlatıları sürekli değişiyor, birbiriyle çelişiyor. Sembolik düzen öngörülemez bir belirsizliğin içine doğru son sürat ilerliyor. Belli güven atıflarıyla referans alınan yapılar çözüldüğünde seçim yapma ve sorumluluk alma işi öylece öznenin üzerine kalıyor. Her birimiz yapıp ettiklerimiz ve seçimlerimizle ilgili daha çok sorumluluk ve karar alıyoruz artık.

Eğitim, sağlık, hukuk, bilim ve siyasette uzman bilgisine karşı çok daha sorgulayıcıyız. Seçimlerimizden sorumlu olma, karar alma, seçeneklerin artması insanın kendi kaderini inşa etmesi kulağa hoş geliyor ancak tam da burada güven yitimi başlıyor. Gözden kaçırdığımız bir şey var: biz insan olarak önce ontolojik bir güvenliğe ihtiyaç duyarız. Kısmen öngörülebilir ve tutarlı bir evrende olduğumuz varsayımı bize ontolojik güvenliği verir ve biz bu güvene yaslanarak seçimler yapar ve karar veririz. Bir başka deyişle ayağımızı basacak bir zemin ya da seçimlerimizi yapacak bir platform olduğu zaman özgürlük ve seçme eylemi geçerli olabiliyor. Özgür irade, aldığınız kararın sonuçlarıyla yüzleşmeyi göze almak değil midir? Peki ya sonuçları bilmiyorsak ya da sonuçlar hep felakete çıkıyorsa? Radikal bir belirsizlik içinde kaldığımızda önce temel güven duygumuzu yitiriyoruz. Ayağımızı bastığımız zeminin birden yok olması gibi… Aslında, Zizek’in büyük ötekinin çöküşü dediği fenomen yeni dünya düzeninin katastrofik atmosferi olarak nitelendirilebilir. Örneğin, küresel ısınma söylemi çok yakın bir zamanda başımıza gelecek olan felaketleri haber veriyor. Uzmanlar, yapay zekânın insan yaşamını sona erdireceğini ciddi ciddi tartışıyor. Küresel ısınmanın, COVID’in, genetiği değiştirilmiş gıda teknolojisinin nereye gideceğini bilmiyoruz. Bir sorun için bulunan çözüm başka bir soruna yol açıyor. Termik santraller yerine nükleer enerji geliyor ama onların da öngörülemeyen sonuçları var. Uzmanlardan ve medyadan sürekli riskler, olası felaketler, kötü sonuçlarla ilgili akan bilgiler var. Bu kadar bilginin içinde özne ontolojik güven krizine sürükleniyor. Fikirlerimiz, inandıklarımız, bilgilerimiz yüzer gezer hale geliyor ve bir yargıdan diğerine sürüklenip duruyoruz.

Büyük öteki geri çekiliyor çünkü “sembolik liyakat” çöküyor. Günümüz insanının haline yaygın bir şekilde sirayet eden sinizmin ve güvensizliğin arkasında sembolik liyakatin çöküşüyle parçalanan, silikleşen büyük öteki var. Artık karşılıklı ilişkilerimizi düzenleyen kurumlar, mekanizmalar yok. Bize stratejiler sunan otoriteler yok. Ya da Kant’ın tabiriyle belirli kurallar ve emirler içeren “kesin yargı”lar artık yok. Tikel değerleri ve göreli yargıları tartışacağımız zemin olan evrensel yargı alanı parçalandı. Tikel ve reflektif olan evrensel olanın yerini aldı. Eylemlerimizin sonuçlarıyla ilgili müthiş bir belirsizlik var. Örneğin, bugün GDO teknolojisinin müthiş zararları anlatılıyor ama aynı teknoloji iklim değişikliğine dirençli besinlerin üretimiyle küresel açlığa çare olacak belki. Bilemiyoruz… Bugün hepimize D vitamini takviye etmemiz söyleniyor ama yarın D vitamininin kanser hücrelerini tetiklediğini de duyabiliriz.

Hemen her konuda kararlarımız ve tercihlerimiz olmak zorunda. Nasıl beslenmeliyizden tutun çocuğunuzu hangi tip eğitimi veren kreşe kayıt ettireceğinize kadar hemen her konuda karar verme sorumluluğu üstümüzde. Müspet bilgi düzeyince bize doğru kararı bildirecek birileri varsa da güvenemiyoruz. Kısaca, içinde bulunduğumuz durum radikal olarak belirsizdir ama yine de bir karar almamız zorunludur. Hemen hemen hiçbir konuda uzlaşma ve nihai yanıtlar yok. Nükleer enerji felaket de getirebilir, enerji krizini de çözebilir. Bilmiyoruz… Bize hakikati söyleyecek “bilen özne” yok. Tam da burada aklınıza şu gelebilir. Önceden var mıydı ki? Tevekkeli değil, zaten bizi bu noktaya getiren var zannettiğimiz büyük ötekinin aslında hiç olmadığını fark etmemizdi. Diğer yandan onun yerine koyacak, bizi birliğe ve tamlığa ulaştıracak anlamı aramaya devam ediyoruz.

Bugün seçimlerimizde özgürüz ama bu durum bizi memnun etmiyor. Elimizdeki yarım yamalak bilgilerle, kendimizle ve sorumlu olduklarımızla ilgili hayati kararlar almak zorundayız. Özgür irade deneyimini büyük bir endişe ve panikle tecrübe ediyoruz çünkü sembolik liyakat geçersizleşti. Bu durumda önümüze sunulan seçeneklere özgürleştirici demek ya da özgür iradeden bahsedebilmek güç görünüyor. Sanki özgürce seçim yapmıyoruz da seçim yapmaya zorlanıyoruz. Belki de yeni sembolik liyakat mekanizmaları yeniden inşa edilmeli. Ancak, hakikatin veya doğrunun ne olduğunu, onun hakikat veya doğru olduğunu kabul ettirme gücüne sahip olanın belirlediğini gözden kaçırmadan; tikeli görünür kılacağız diye evrensel olanı unutmadan ve görelilik adına hakikati yalana feda etmeden yapmalıyız bu işi. Yeni bir sembolik düzenin ontolojik güveni tekrar sağlayacağı muhakkaktır. Diğer türlü kaybolan sembolik liyakatin yerine toplumsal paranoyanın imal ettiği referans fikirler ve hezeyanlar geçecektir, geçtiler... Komplo teorisyenleri, tuhaf tarikatlar, yalancı kahramanlar, sahte peygamberler, kuantumcular, bilinçaltı temizlikçileri, yıldız falcıları büyük ötekinin ricatından kalan mekânı çoktan istilaya başladılar bile.


[1] Bu konunun ayrıntıları için Lacan’ın “gönderilmemiş mektup” konulu  seminerine bakılabilir.


Fotoğraf: Ankit Pai N