Cogito’nun 117. ve 118. sayıları “Küçülme, Nasıl?” ve “Küçülme Sanatı” başlıklarıyla çıktı. Akademik alanda esas olarak politik ekoloji ve ekolojik iktisat disiplinlerinden doğan ve beslenen, geliştikçe farklı literatürlerle de ilişkiler kurarak teorik dünyasını genişleten küçülme (degrowth) perspektifi, köklerinin diğer ucunu da önemli bir aktivist ve entelektüel geleneğe borçlu. Bu anlamda bu iki sayının hedeflediği kapsamda bir derleme dosya hazırlamak, halihazırda hem akademik hem de aktivist alanda hızlı bir ivmeyle ‘büyüyen’ ve içinde aktif pek çok tartışmayı barındıran bir literatür için çok kolay bir iş değil. Bu açıdan daha başlangıçta iki sayının da edisyonlarının hakkını vermek gerek; zira küçülmeye dair ana argümanları, alan içindeki temel tartışma başlıklarını, angaje olduğu farklı literatürlerle arasındaki teorik çeşitliliği ve kavram dağarcığını, bunlarla birlikte yeni disiplinlerle yakınlaşma ve ittifak olasılıklarını etraflıca ele alıyorlar. Bunu ayrıca her iki sayıdaki ana tartışma odaklarını birbiriyle başarıyla konuşturarak ve buna iyi hizmet eden makale sıralamalarıyla yapıyorlar.
Çoğunlukla felsefi tartışmalara ağırlık veren bir dergi olarak Cogito’nun küçülme perspektifini bu denli kapsamlı ve derinlikli iki sayıyla ele alması birikim krizi, politik temsiliyet krizi ve ekolojik krizin farklı veçhelerini giderek derinleşerek yaşadığımız çoklu krizler çağında küçülmenin hem akademik araştırmacılara hem de anlam ve eylem kaygısı güden tüm bireylere ne denli kritik bir kesişim alanı sunduğunu gösteriyor. Bu bağlamda Türkiye’de tanınırlığı son 10 yıldır giderek artan ancak hala hem akademik hem de aktivist çevrelerde yeterince sesini duyuramayan küçülme perspektifinin, Cogito gibi toplumun daha geniş kesimlerine ulaşma imkânı olan bir dergide yer almasının perspektifin bilinirliğine ve tartışma alanlarına önemli bir katkıda bulunacağına düşünüyorum. Her iki sayıda da yer alan hem özgün metinlerin hem de çeviri metinlerin özenli derlemesi, Türkiye bağlamında küçülme perspektifinin nasıl araçsallaştırılabileceğine dair önemli tartışma odakları sunuyor. Böylelikle küçülmeye sadece görünürlük değil aynı zamanda ülke çapındaki çevresel ve toplumsal adalet mücadeleleriyle ortak bağlam ve meramlarını göstererek ittifak ve dayanışma olanağı sağlıyor.
Ben bu yazımda “Küçülme, Nasıl?” başlıklı ilk sayının on makaleden oluşan ana dosya metinlerine odaklanacak olsam da her iki sayının da hem ana dosya metinlerinin hem de söyleşi ve kitap eleştirisi yazılarının birbirlerini cevaplar ve tamamlar nitelikte olduğunu belirtmek gerek. Özellikle ilk sayının Şeyda Öztürk, ikinci sayının ise Ceyhun Gürkan tarafından kaleme alınan giriş yazıları; küçülme perspektifinin ana hatlarıyla ne ifade ettiğini, teorik ve pratik düzlemlerde halihazırda bulunduğu konumunu ve hangi bağlamlarda gelişmeye ihtiyacı olduğunu son derece kapsamlı ve özlü bir şekilde aktarıyor.
Başlarken dosyanın başlığına değinmek gerekir: “Küçülme, Nasıl?” hem bu sayıdaki makalelerin özelinde hem de küçülme literatürünün halihazırda bulunduğu kesişim noktası itibariyle çok kilit bir soru. Zira bu sayıdaki ana vurgu, genelde çokça yapıldığı üzere bir ‘varış noktası olarak’ küçülmeyi tartışmaktan ziyade, küçülmeye ‘vardıracak’ ekonomik ve toplumsal süreçleri ve olanakları, ama en önemlisi de bu dönüşümü getirecek politik mücadele stratejilerinin ‘nasıl’ına yapılmakta.
Bu ‘nasıl’ sorusuna yaklaşımın farklı perspektiflerini henüz başlangıçta haritalandırmak gerek; zira ekososyalist ‘planlamacılardan’, yeşil ekonomi arka planlı ‘Adil Geçiş’çilere, bu seçkideki belki de yeşil ekonomi tahayyülleriyle en çok yolu kesişen ancak kendini solda ve hatta sosyalizmle ilişkide konumlayan ‘ekomodernistlere’ ve küçülmenin ‘müzmin reformist reformcularına’ kadar, küçülmenin ‘nasıl’ına dair pek çok izlek ve olasılık tartışan gruplar mevcut.
Bugünü Kuran Ütopyalar: Ölçek Sorunu ve “Öte-mekânlar”
Küçülmeciler –her ne kadar kapitalist sistemin eleştirisini bütünlüklü yapmamakla eleştirilseler de– topyekûn değişecek bir kapitalizm dışı toplum düzeni tahayyül ettiklerinden bunu temelde ekonomik, politik ve toplumsal dönüşüm sac ayaklarıyla kurguluyorlar. Ekonomik olarak biyofiziksel sınırlarla uyumlu bir üretim tarzı ve üretim ilişkileri, politik olarak yerel ölçekli, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasinin kolektif olarak bu üretimin niteliğine ve niceliğine karar verdiği bir model ve toplumsal olarak bunları ‘büyüme kavramından sömürgesizleştirilmiş ve özgürleştirilmiş’ yeni toplumsal dönüşüm tahayyülleriyle (gönüllü sadelik, dayanışma ve yerelcilik gibi) planlıyorlar. Bu bağlamda üçülmeye geçiş sürecinin ontolojik olarak ‘pratik edildikçe geleceği yaratan’ bir şekilde kurgulanması ve peşinden getirdiği –yine ölçekle de kesişen– uzam-zamansal sorunları uzun süredir tartışılıyor.
“Küçülme, Nasıl?” sayısının giriş makaleleri bu sac ayaklarından toplumsal dönüşüme odaklanıyor ve küçülmenin önemli tahayyüllerinden “ütopyacılığın” kazandıracakları ve açmazları, başlıca dönüşüm stratejilerinden olan “yerellik” ve bunun etrafında ortaya çıkan ölçek sorununa odaklanıyor.
Kallis ve March’ın dosyayı açan makalesi, küçülme düşüncesinde ütopyacı tahayyüllerin ne kadar kritik bir yerde olduğunu ve ütopyacılığın romantize edilmiş bir gelecek kurgusuna tutunmaktan ibaret olmadığını vurgulayarak sayının geri kalanındaki ‘geçiş’ tartışmalarına önemli bir giriş yapıyor. Yazarlar, Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler romanındaki kapitalist ve mülklü Urras gezegeni ile komünist-sosyalist pratiklerle yaşayan Anarres gezegeninden hareketle, ütopyacı tahayyüllerin “mutlu ve nihai bir son durum” değil, sürekli üretilmeye ve dönüştürülmeye devam eden ve geçmişin hafızası ve bugünün pratikleriyle geleceğin aktif bir şekilde –ve eşzamanlı– üretilebildiği bir eylem stratejisi olduğunu vurguluyorlar. Bu noktada da Kallis ve March, David Harvey’nin ve Neil Brenner’ın toplumsal dönüşüm süreçlerinin “uzamı nasıl yarattığı”na dikkat edilmesi konusundaki uyarılarını temel alarak, kapitalizmdeki yerel-ulusal-küresel gibi ayrımların küçülmede dikkatlice kurgulanmazsa bu yeniden üretilme tehlikesine değiniyorlar. Özellikle küçülmenin yerellik ilkesi bağlamında diğer makalelerde de farklı kavramsal çerçevelerle kendine yer buluyor bu tartışma.
Ceyhun Gürkan ise geçiş sürecini ontolojik ve epistemolojik olarak genişleterek, eleştirel politik iktisat geleneği ve politik sosyolojiden aldığı teorik çerçeveler ile postkolonyal politik iktisat ve küçülme arasında bir diyalog kurmak istiyor. Politik sosyoloji ile postkolonyal politik iktisat arasındaki köprüyü ise bugüne kadar küçülmenin ilişki kurmaktan geri durduğu Michel Foucault’nun “heterotopya” kavramını kullanarak kuruyor. Küçülmeyi şimdinin içinde bir “heterotopya” veya bir “öte-mekân” olarak sunmanın, onu siyasi mücadele sürecinde daha net bir yerde ve “bugünün parçası” bir yerde konumlandırabileceğini iddia ediyor. Postkolonyal iktisat eksenindeyse Gürkan, Foucault’nun “sistem içiyle sınırlı yönetimsellik analizini” ve öte-mekân kavramsallaştırmasını, Kalyan Sanyal ile “sistem dışına” taşıyan bir çerçeve çiziyor.
Bugünün pratikleriyle geleceğin inşasına yönelik bu bakış, bu derlemedeki makalelerde de sıkça referans verildiği üzere küçülmeciler arasında en çok André Gorz’un “reformist olmayan reformlar” ilkesiyle kendine yer buluyor. Bu bağlamda kapitalizm içinde bir ‘Truva atı’ olarak görev yapacak ütopyacı – hatta “antopyacı (nowtopia)” tahayyüller ile sistemi içerden değiştirmek üzerine kurulu bu bakış açısı, bahsi geçen pratiklerin yerelliği ve özgüllüğü itibariyle kolektif bir şekilde ve hızlıca gerçekleşmesi gereken bir dönüşüm için büyük bir soru işareti oluşturuyor. Negatif çağrışımlı bir “güdümlü füze (missile word)” isme sahip olmakla övünç duyan küçülmeciler (özellikle degrowth kelimesindeki de- ön ekine bilinçli olarak sahip çıkarak sistemi tersine çevirme gayretlerini vurguluyorlar) tam bu noktada dönüşüm kervanını yolda düzmeyi hedeflediklerinden bir epistemolojik çıkmaza düşüyorlar.
Mütereddit bir Müttefik: Ekososyalizm ve Planlamacılar
Bu stratejiye son derece eleştirel bir yerden yaklaşarak, küçülmenin hem geçiş hem de varış noktasında nasıl ve hangi mekanizmalarla yönetileceğine yönelik bir diğer ‘nasıl?’ görüşü “planlama” tartışmaları ekseninde yükseliyor. Planlamacılar adeta bir fay hattı olarak küçülmenin ekonomik, politik ve toplumsal dönüşüm ayaklarına dair ekososyalist planlamacı geleneğin hem küçülmeye geçişte hem de küçülme toplumunun idame ettirilişinde “reformist olmayan reformcu” küçülmecilerden çok daha sistematik ve pratik bir uygulama alanı ve teorik birikim sunduğunu savunuyorlar. Küçülme ve planlamacı ekonomik ve politik düzenin sunduğu olanaklara dair yazılmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan Güney Işıkara ve Özgür Narin’in makalesi, bu anlamda küçülmeyi ekososyalizmle barıştırmaya en açık metinlerden biri aynı zamanda.
Derlemenin kalanında Yasemin Dildar’ın ve Gökçe Yeniev’in makalelerinde ve Leigh Phillips ile yapılan söyleşide de farklı veçheleriyle ele alınan ekososyalizm ve planlama geleneği ile küçülmenin arasındaki teorik gerilim, küçülmeye sunulan en kapsamlı ve yapıcı eleştirileri içinde barındırıyor. Planlamacılar yalnızca Gorz’cu bir geçiş stratejisine değil, aynı zamanda küçülmenin büyüme eleştirisi temelli odağına da itiraz ediyorlar. Son kertede kapitalizmi dönüştürmeye odaklı bir sistemsel değişim öneren küçülmenin, eleştirel odağını ‘büyüme’ üzerinden kurmasının analizlerinin eksik kalmasına ve aslında daha fazlasını kapsadığı halde yalnızca ekonomi odaklı bir alternatif sunuyormuş yanılgısına sebep olduğunu öne sürüyorlar.
Bu noktada üç önemli küçülme ilkesinden “yerelleşme, otonomi ve siyasi katılıma” odaklanarak derinlemesine bir teorik serimleme yapan Işıkara ve Narin, küçülmenin planlama ve ekososyalist geleneklerle ilişkilendirilmekten uzak durmasının, literatürün sosyalizmin ve antikapitalist akımların “tarihsel” – ve bence çoğunlukla politik – “bagajından” kaçmasından kaynaklandığını öne sürüyor. Bu derlemenin sonunda yer alan söyleşisinde popüler küçülmecilerden Jason Hickel, sosyalizm ve planlamaya yönelik sorulara küçülmedeki “kapitalizm sonrası ekonomi” tasarısının “komünist devletlerdeki komuta ekonomisiyle karıştırılmaması gerektiğini” özellikle vurgularken Işıkara ve Narin’in eleştirdiği tavrı açıkça sergiliyor.
Planlamacılar böylelikle devrim, örgütlenme ve güç kullanımı tekeli gibi özellikle geçiş aşamasında kurgulanması son derece stratejik birçok konuyu Gorz’cu küçülme yaklaşımın ‘seyrelttiğini’ ve bir nevi düşüncenin yayılması için kapsayıcı bir ‘orta yolculuk’ güttüğünü iddia ediyorlar. Küçülmecilerin temel eleştirilerindeki büyüme odağının ve özellikle biyofiziksel sınırlara yönelik yaklaşımlarının fazla radikal ve gerçeklikten uzak olduğunu savunuyorlar.
Ancak her planlamacının çizgisi bu kadar sert değil, çoğu yine biyofiziksel göstergelere ve sınırlara saygı duyan bir sosyalist planlamayla bu durumun aşılabileceği, yani büyümeden topyekûn kaçmanın ideal ve uygulanabilir bir senaryo olamayabileceği üzerinde duruyorlar. Sosyalist ve kapitalist üretim tarzının ve büyümeye yaklaşımlarının nitelik ve nicelik olarak taşıdığı büyük farklar itibariyle, özellikle Küresel Güney ve küçülmenin sektörel olarak büyümelerine devam edebileceklerini savunduğu bakım emeği, yeşil işler ve kamu hizmetleri gibi alanlarda planlama mekanizmalarının “üretimde ve toplumsal yeniden üretimi koordine etmede” kritik bir eylem ve organizasyon dağarcığı sunduğunu vurguluyorlar.
Küçülmenin Özneleri ve “İş mi Çevre mi” İkilemi
Bu noktada ‘nasıl’ sorusu kadar bu dönüşümü gerçekleştireceklerin ‘kim’ oldukları sorusu da ortaya çıkıyor. Sınıf mücadelesi ve yapı-eylem/yapı-fail sorunu çerçevesinde önemli soru(n)ları beraberinde getiren bu kapsamlı politik ve toplumsal dönüşüm temelli tartışma, fail aktörlerini tanımlamakta ve neden bu yapısal dönüşümü gerçekleştirmek için politik bir mücadele içine girmeleri gerektiğine dair bir ‘hitap’ sorunu yaşıyor.
Küçülme literatürünün önemli figürlerinden Max Koch, Gorz’cu bakış açısının fail ağırlıklı, planlamacıların ise yapı ağırlıklı yaklaşımlarını teorik olarak derinleştirirken içinde bulunduğumuz durumu ve küçülmeye geçiş sürecini inceliyor. Koch makalesinde Pierre Bordieu’nun “yapı, eylem ve habitus” arasındaki uyumun nasıl oluştuğuna ve bu uyumun hangi durumlarda bozulup toplumsal değişimi tetikleyebileceğini sorguluyor. Bunu da yapı-fail sorunu tartışmalarının öncü isimlerinden Anthony Giddens ile Bourdieu’nun bir senteziyle sunuyor. Koch, küçülmenin içinde bulunduğu durumu ve halihazırdaki geçiş stratejisini “yapı-eylem sürekliliğinde” değerlendirerek, içinde bulunulan yapıyla pratikte alternatif uygulamalara geçilerek değiştirilecek sistemde toplumsal dönüşümü körükleyecek ve düşünsel yapısını destekleyecek bir kavram olarak “habitus”u ele alıyor.
“Reformist olmayan reformlar” yaklaşımına, yani failin eylemleriyle yapıyı oluşturduğu bir dinamiğe daha yakın bir yerden küçülmeyi analiz eden Koch, küçülmenin hegemonik bir politik alternatif olabilmesi için bilfiil geçmiş deneyimlerinden ders alarak gelecek beklentilerini kurgulayan bir “habitus”un içinden yol haritasını belirlemesi gerektiğini vurguluyor. Koch’un makalesi bu noktada “eski habitusun” bir yandan “yapı-eylem-habitus” uyumunu bozarak büyüme tahayyüllerinden özgürleşmesi gerektiğini; bir yandan da şu anki emek, çevre ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin hafızası olarak eski habitusu yeniden üretmeyen bir “yeni habitus” oluşturmaya odaklanılmasının önemini gösteriyor. Bu durum elbette küçülmenin politik stratejisini geliştirecek ve gerçekleştirecek faillerin ve yapısal tasarıların netleşmesi gerektiğini tekrar hatırlatıyor.
Koch’un önerileri ve tespitleri ise bu noktada son derece ‘Kuzeyli’ kalıyor. Yazarın buradaki yaklaşımı, Küresel Kuzey’in, Küresel Güney’e ait sosyokültürel ve yapısal kısıtlılıklar söz konusu olduğunda, ne kadar kendi “habitus”una özgü bir dönüştürücü faillik kurguladığını gözler önüne seriyor.
Öte yandan, Yasemin Dildar, Gökçe Yeniev, Irina Velicu-Stefania Barca’nın makaleleri ise farklı veçheleriyle hem küçülmedeki hem de yeşil ekonomi ve Yeni Yeşil Düzen (Green New Deal) tasarıları etrafında, küçülmeye kıyasla daha ana akım (politik) ekoloji tartışmalarında kendine çokça yer bulan Adil Geçiş stratejisinde üretim ilişkisinin dönüştürülmesine yönelik tasarılarda eksik kalan emek ve sınıf tanımlarına odaklanıyor. Yazarlar, küçülmenin sosyalizm ve devrim temelli dönüşüm tartışmalarıyla angajmana çekimser yaklaşmasının, küresel eşitsizliklerin emek boyutunu kaçırmasına ve dönüştürücü eylemin ilk fişeğini çakacak güvencesiz emek kesimlerinin ve kolektif işçi sınıfı örgütlenmelerinin önüne geçtiğini gösteriyorlar.
Özellikle Velicu-Barca ve Yeniev’in makalelerinde öne çıkan bir analiz olarak, Adil Geçiş’in yeşil işlere ve istihdam stratejilerine yönelik güvensizlikte de görülebilen bu politik aidiyet boşluğunu, küçülmenin ekonomik, politik ve toplumsal dönüşüm tahayyüllerine göre yeniden tanımlanan bir işçi sınıfı ile “sadece ücret ilişkisine erişim hakkı” ve “iş kayıplarına indirgenmemiş bir adalet” kavramıyla pekiştirilmiş, ‘odaklı’ bir işçi sınıfı tanımıyla doldurması tavsiye ediliyor. Yeniev’in vurguladığı gibi, emek ve çevre adaleti mücadelelerinin bir araya gelmesini engelleyen “iş mi çevre mi” ikilemi, çevre mücadelelerinin sıklıkla bu ikilemde sıkışarak emek gruplarıyla ortak bir meramın savunucusu olduklarının görmezden gelinmesine yol açıyor ve özellikle eşitsizliklerin ve yoksulluğun daha derin olduğu ülkelerde kendine muhatap bulmakta zorlanıyor. Burada Joan Martinez-Alier’den ödünç aldığı “yoksulların çevreciliği” kavramıyla emek ve çevrenin kapitalizme karşı ortak dertlerinin mücadelelerinin birleştiği, böylelikle Türkiye gibi yerel çevre direnişlerinin ağırlıkta olduğu ülkelerde işçi sınıfı üzerinden bir çevre ve küçülme hareketinin yükselişi hedeflenmeli diyor.
Tam bu noktada derlemedeki makaleler, halihazırda tüm dünyada yükselişte olan ancak özellikle bu tip eşitsizliklerin ve güvencesizliklerin çok daha derin olduğu ve politik mücadele alanlarının her bakımdan çok daha kısıtlı olduğu otoriter rejimlerde, kalkınmacı ve büyümeci retoriğin özellikle yoksul kesimler üzerinde ‘refah vaadi’ temelinde kurduğu fikri tahakkümü göz ardı ediyor. Ayrıca otoriter ve korporatist rejimlerde bilhassa madencilik ve inşaat gibi çevre tahribatı ve karbon salınımı yüksek sektörlerin bir politik ve ekonomik konsolidasyon aracı olması, dolayısıyla bunun çevre ve emek adaleti mücadelelerinin yaygınlaşmasındaki zorlaştırıcı etkisi ıskalanıyor. Başka bir deyişle, küçülme tartışmalarında kapitalizmin bir sistem olarak bütünlüklü eleştirisi kadar, rejimler ve devlet yapıları önemli ölçüde atlanıyor. Bu da politik mücadele ve dönüşüm stratejilerinin soyut kalmasının ana sebeplerinden biri olarak öne çıkıyor.
Kimin Emeği ve Zamanı Pahasına Küçülme?: “Toplumsal Yeniden Üretim Emeği” ve Feminist Perspektif
Emeğin, emeğin öznelerinin ve adalet kavramlarının küçülmedeki tanımlanışına başka bir itiraz ve çok önemli bir katkı ise feminist iktisatçılardan geliyor. Bu sayıda yer alan emek tartışmalarına en önemli katkılardan olan İpek İlkkaracan söyleşisi ve Bengi Akbulut’un makalesindeki küçülmede bakım hizmetlerine ve yeniden üretim emeğine yönelik tanım ve stratejilerin aslında çok uzun zamandır feminist iktisatta var olan kökenlerine dair tespitleri önemli. Zira bu kavramlar küçülmedeki pek çok eksik kavramsallaştırmanın ve yapı-fail sorununun kritik noktalarını netleştirme potansiyeline sahip.
Bengi Akbulut’un öncelikle toplumsal adalet ve büyüme arasında kurduğu ilişkiyi vurgulamak gerek: Adaletsiz toplumlarda ekonomik büyüme, işsizlik, refah kaybı ve yoksulluğa karşı “tek uygulanabilir çözüm” ve ‘potansiyel eşitleyici’ olarak görülmektedir. Bu bağlamda Akbulut, küçülmenin en önemli hareket odaklarından biri, büyüme tahayyüllerinden özgürleşme sürecinde adalet ve ekonomik genişleme arasındaki “varsayımsal bağı” koparmak olmalıdır diyor. Küresel Kuzey’in, Küresel Güney’in ekolojik kaynaklarını ve karbon ‘bütçelerini’ ihlal ederek oluşturduğu ekstraktivist (doğal kaynakların madenciliğine ve özellikle küresel piyasalarda satılmasına dayalı sömürgeci pratik) ve sömürgeci sistemin tarihsel ekolojik borcunu ödemesinin bu sürecin önemli bir boyutu olduğunu vurguluyor.
Daha sonra, İlkkaracan’ın özellikle bakım emeği boyutunu hem sistemsel düzeyde hem de Türkiye özelinde etraflıca incelediği, Marksist feminist iktisatçılardan miras alınan “toplumsal yeniden üretim emeği” kavramını ele alıyor. Toplumsal ve ekolojik yeniden üretimin mekâna ve bedene bağlı, kendini sürekli tekrar eden zamansallıkta bir emek olduğunu vurgulayan Akbulut, özellikle sürdürülebilirlik ve kaynak kullanımının azaltılması adına belli teknolojilerden feragat edildiğinde bunun çoğu zaman artan “kadın emeği pahasına” gerçekleşebileceğini farklı örneklerle gösteriyor. Dolayısıyla, küçülmenin üretim tarzını dönüştürürken yeniden üretim emeğinin toplumsal cinsiyet boyutuna duyarlı bir şekilde, feminist perspektifin “kimin emeği ve zamanı kullanılacak” sorusunu her aşamada sorarak tasarlaması gerektiğini söylüyor.
İlkkaracan ise ekonomik ve ekolojik krizlerin yanı sıra neoliberalizmde gittikçe şiddetlenen bakım krizini inceliyor. Büyük çoğunluğu kadınlar tarafından gerçekleştirilen, ertesi gün kendisi dahil tüm hane halkını iş gücüne tekrar katılacak şekilde hazırlayan “ücretsiz yeniden üretim emeğinin” kapitalizmin devamlılığı için kritikliğine dikkat çeken İlkkaracan hem kamusal alanda hem evde hem de piyasada üretilen bu emeğin bir “bakım ekonomisi” yarattığını gösteriyor. “Bakım krizi” ise bu emeği gerçekleştirme yapabilirliğinin sistematik bir şekilde yıpranmasını ifade ediyor. İlkkaracan, kapitalizm içerisinde yalnızca bu emeğin piyasadan ikame edilebilişinin ve ücret transferi temelli sınırlı sosyal politikaların, krizi çözmek yerine derinleştirdiğini öne sürüyor. Özellikle sosyal desteğin yalnızca para transferiyle sağlanmasının yetersizliğine değinen İlkaracan, küçülmede de bakım emeğine yönelik yapısal değişimler olmadığı müddetçe bakım krizinin farklı boyutlarda devam edebileceğine işaret ediyor.
Bu noktada “yeşil ekonomi” ve “mor ekonomi”nin kesişimsel bir yol haritası belirlemesi ve ekonomik ve toplumsal iyilik halinin tüketim tarzıyla değil, “sağlıklı ekosistemlerin” ve “evrensel ve kaliteli bakıma erişimin” ölçüt kabul edildiği bir toplumsal yapı ve buna bağlı destek mekanizmaları kurgulanmalı deniyor.
Bu açılardan Akbulut ve İlkkaracan’ın dikkat çektikleri noktalar, küçülmenin biyofiziksel sınırlar kadar, yeniden üretim emeğinin ortaya çıkardığı bedensel, mekânsal ve zamansal emek yapısına ve öznelerine duyarlı stratejiler geliştirmesinin önemini vurguluyor. Benzer şekilde Münevver Çelik, kitap değerlendirmesinde “komünal bakım” ile aile içinde gerçekleştirilen emeğin doğru sosyal politika mekanizmalarıyla kurumlara devredilmesinin kritikliğine değiniyor.
Küçülmenin Epistemolojik Ufukları: Zamanı ve Mekânı Ütopyayla Bükmek
Görüyoruz ki küçülmede ekonomik, politik ve toplumsal dönüşüm tasarılarının bugünü, geleceği ve karbon salınımının geldiği yer itibariyle günahları ve ihmalleriyle tüm geçmişi bir araya getirdiği bir tartışma zemini söz konusu. İçinde bulunduğumuz ve makalelerde de sıkça atıf yapılan çoklu kriz ortamından da haiz olan bu dinamik yapı, aynı anda yürütülmesi gereken çok-zamanlı, çok-mekânlı ve çok-failli bir dönüşüm kurgulamayı gerektiriyor. Bu sebeple bu zamansal iç içe geçmişlik sebebiyle tartışmanın tabiatından kaynaklanan bir kavramsal muğlaklık söz konusu. Ancak bu muğlaklıkta bir konfor alanı kurmak ve buradan konuşmaya alışmak gerek, zira eş zamanlı ele alınacak bir ‘geçmiş-bugün-gelecek’ tahayyülüyle kurgulanmayan tüm stratejiler ve senaryolar, halihazırda değindiklerimizden de büyük epistemolojik handikaplara gebe.
Bu noktada “Küçülme Sanatı” başlığıyla çıkan ikinci sayıya kısaca değinerek bu yazıyı kapatabiliriz. Öncelikle, halihazırda ele aldığım ilk sayıya da katkıda bulunan Ceyhun Gürkan’ın giriş yazısında küçülme için stratejik odaklar olarak derlediği on iki maddelik gündem başlıkları, aslında iki sayının son derece odaklı bir sentezi niteliğinde. Gürkan küçülmenin kendi perspektifinden bir kavramlar tarihi, tarihyazımı ve yeni kuramsallaştırmalar geliştirmesinin önemini vurguluyor. Zira küçülmeye yönelik burada da değindiğim ve yazarlar tarafından da işaret edilen özne eksikliği, sınıf kavramsallaştırması, politik stratejilerin somutlaşamaması, ölçek sorunu ve teori ile pratik arasındaki denge gibi belli başlı eleştirilerin hem aşılması hem de küçülmenin ana hedeflerinden olan “büyüme tahayyüllerinden özgürleşme”nin praksisi için bu on iki madde kritik bir önceliklendirme sunuyor. Çünkü günün sonunda küçülme, kendi kavramsallaştırmaları ve metodolojik yaklaşımlarıyla değil, halihazırda var olan hem eleştirel hem de ana akım sosyal bilimler disiplinlerinin kavram ve metot setleriyle analizini yapmaya gayret ediyor. Bu noktada küçülmeci bir tarih yazını ve kavram setinin henüz tam anlamıyla gelişmemiş olması bir epistemolojik boşluk yaratıyor.
Bu bağlamda “Küçülme Sanatı” sayısındaki özellikle sanat, felsefe ve psikoloji alanlarından gelen katkılar ve perspektifler, Gürkan’ın da vurguladığı küçülmenin disiplinlerarası ve transdisipliner (disiplinlerötesi) yapısı bu epistemolojik çıkmazları aşmak için bir manevra alanı sağlıyor. Ayrıca küçülmenin yalnızca ana akım ve eleştirel perspektifler arasında değil aynı zamanda sosyal bilimler ve doğa bilimleri arasında da kurulabilecek özgün teorik ve metodolojik köprüleri kurmaya ne denli müsait olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla küçülmenin ütopyacı düşünme pratiğine yaptığı vurgu ve disiplinler arası geçişkenliğe müsait bu yapısı, ayrıca Küresel Güney’de üretilen bilginin ve pratiklerin Kuzeyli ve pozitivist bir ‘bilgi hiyerarşisiyle’ dışlanmasının da önüne geçecek ve küçülmeyi ‘Kuzeyli düşünmekten’ kurtaracak çok hayati bir damarı besliyor.
Türkiye’de Küçülme ve Literatüre Katkı Odakları: Kimlik, Modernite ve Güncel Siyaset İlişkileri
“Küçülme Sanatı” başlıklı ikinci sayının, iki sayısının da sentezini sunan ve burada değindiğimiz pek çok eleştiri başlığının tahlilini derinleştiren bir diğer yazı ise, küçülme literatürünün en temel derleme işlerinden olan Küçülme: Yeni Bir Çağ için Kavram Dağarcığı (Metis, 2015) kitabının Türkçe edisyonunun derleyicilerinden olan Bengi Akbulut ve Ethemcan Turhan’ın söyleşisi. Akbulut ve Turhan söyleşilerinde Türkiye’de aslında uzun yıllardır var olan ancak küçülmeyle doğrudan ilişkilendirilmeden toplumsal mücadele hafızasında yer alan pek çok tahayyülün ve direniş pratiğinin, aslında kavramsal ve aktivist tabandaki bağlar isabetli kurulduğunda bir perspektif ve eylemsel araç kiti olarak küçülmenin tanınması ve yayılmasına katkı sağlayabileceğine değiniyorlar. Yazarlar böylelikle küçülme perspektifinden ve aktivist ağından Türkiye’deki başta çevresel adalet mücadeleleri olmak üzere pek çok politik mücadelenin ne kadar beslenebileceğini gösteriyorlar.
Akbulut ve Turhan bir yandan, özellikle küçülmenin politik öznesinin tespitine dair kömür madencilerinin ve inşaat işçilerinin kimlik temelli çıkmazlarının literatüre sunacağı özgün katkıya değiniyorlar. Diğer yandan ise Türkiye’de tecrübe edilen haliyle ekstraktivist pratiklerin, inşaat sektörünün ve artan askeri harcamalar ile savunma yatırımlarının güncel siyasette ve ekonomideki baskın yerinin, ayrıca bu başlıkların bir ekonomik büyüme ve kalkınma meşruiyeti sağlama alanı olarak oynadığı rolün küçülme perspektifindeki pek çok ana tartışma alanını geliştirme potansiyeline işaret ediyorlar.
Bu başlıklar özellikle Türkiye’de küçülmenin güncel siyasette ve toplum tahayyülünde kendine yer bulabilmesi için önemli noktalara parmak basıyor. Zira özellikle son otuz yılda ekonomik büyümeyle birlikte ele alınan, Türkiye’nin (Batılı ve/veya son yıllarda ‘bölgesel’) kalkınma, çağdaşlaşma ve modernizasyon kavramlarıyla kurduğu Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren çetrefilli ilişki, bence küçülmenin Küresel Güney’in tarihsel ve politik ekonomik bağ ve bağımlılıklarını tartışırken girdiği çıkmazlara ışık tutacak bir alan sunuyor.
Tüm bu tartışmaların yapısal ve pratik kısıtlılıklarını farklı veçheleriyle ele alırken, teorik boyutlarını da farklı disiplinlerden önemli kavram setlerini araçsallaştırarak yapan Cogito’nun bu iki sayısı, küçülme tartışmalarının günümüzde sunduğu hem dönüştürücü potansiyeli hem de sınırlılıkları tanıtmak adına Türkçe küçülme literatürüne önemli bir katkı sunuyor. Geçmişten ve sosyalizmden korkmayan bir ütopya yolculuğuna şimdiden çıkmalıyız, çünkü giderek vahimleşen bir iklim krizinde şimdiden çok fazla kritik istasyonu kaçırdık. Artık ‘başka bir bugüne’ ve ‘başka bir geleceğe’ aynı anda –ve hızlıca– varmamız gerek.





