Tophane Saldırısı Sonrası: Mutenalaştırma Tahlilleri

Tophane’deki iğrenç saldırının ertesi sabahı, olaydan haberdar olur olmaz, saldırının baş mağdurlarından olan arkadaşım Nazım Dikbaş’ı telefonla arayıp halini hatırını sormuştum. Konuşma sırasında, “bir dolu geçmiş olsun mesajı alıyorsunuzdur şimdi” gibi bir laf söylediğimde, “alıyoruz, sağolsunlar, ama daha çok da bir bir buçuk sayfalık tahlil yazıları geliyor gentrification mevzuuyla ilgili” demişti. Çok acayip ve çok rahatsız edici bulmuştum bu alelacele tahlil şehvetini.

Hemen ardından gazetelerde, İnternet sitelerinde hatta televizyonlarda bile bütün bu mevzuyu “gentrification-mutenalaştırma sürecinin kurbanı lumpenlerin/yoksulların/ayaktakımının (herkes meşrebine göre adlandırıyor bu “sosyolojik” kategoriyi) tepkilerini bildikleri tek dille göstermeleri” bağlamında ele alan mebzul miktarda tahlille karşılaştım. (İşin ilginç yanı, ağır basacağı düşünülen “AKP’den destek ve yüz bulan muhafazakarların laik hayat tarzına saldırıları” yorumu bile gölgede kaldı epeyce)[i]. Üstelik de bu tahlili dallandırıp budaklandıran herkes “konuya açıklık getirdikleri”, kimsenin göremediği bir şeyi ilk kendilerinin dile getirdikleri edasıyla, kapitalizmin son icatlarından mutenalaştırma operasyonlarının taşeronu veya öncü kolu derekesine inmiş sanat “piyasasına” yöneltilen bu şiddeti ve ardındaki “sınıf kini”ni doğuran asıl şeyin tam da kapitalizmin şiddeti olduğunu, şiddetin de, malum, karşı-şiddeti doğurduğunu unutmamamız gerektiğini altını çize çize vurguluyordu özetle. Bu babtan yorumlara tabii ki Çevbir’deki küçük sohbet grubumuzda da rastladım[ii], eminim ki bizimki gibi sayısız meyl grubunda benzer savlar dile getirilmiş yahut getirilmektedir.

Kendi başlarına gayet anlamlı ve kullanışlı olan kavramlardan yola çıkan (ve hakikaten “mutenalaştırma” denen sürecin farkında olmayan epey sayıda kişinin de konudan haberdar olmasını sağlamak gibi olumlu bir işlev gören) bu kendinden son derece emin, aceleci analizin kendisi baştan aşağı birçok sorunla, en başta da aslında hiç de analitik olmamakla malul, zira derdi gerçekten karşılaştığımız somut olayı anlamak değil onu vesile ederek “sınıf realitesi”ni ve “büyük harfli Kapitalizm”i unuttuğu düşünülen birtakım “burjuva” solcularına ders vermek! Bu yazıyı yazmaktaki asıl amacım alternatif bir tahlil öne sürmek değil. Bu konuda sadece şunu söyleyebilirim: Üniversitelerde, Adapazarı, Trabzon gibi “muhafazakar” diye kodlanan şehirlerde ne zaman sol gruplar, Kürtler vs. eylem yapsalar ya da bir şekilde görünürlük kazansalar devreye sokulan tosuncukların, bu sefer mahallelinin lümpenlerinden de destek alıp başka bir “tahrik” unsuruna yaptıkları tipik faşist operasyonlardan biri gibi geliyor bana. Yalnız bu sefer Galataport’la, rant paylaşımıyla ilgili saiklerin de devreye girmiş olması çok muhtemel görünüyor. Bunun ayrıntılarını zaman ilerledikçe konuyu ve oradaki ekonomik yapı içinde galerilerin yerini daha iyi bilenlerin yazıp çizeceklerinden öğrenebileceğimizi düşünüyorum. Ama dediğim gibi amacım eksik bilgiyle kendi tahlilimi yapmak filan değil; öncelikle bu tahlil telaşının, bu destursuz tahlil üretme gayretkeşliğinin kendisi üzerinde düşünmek gerektiği kanısındayım. Faşizme faşizm diyerek karşısında anlamlı bir dayanışma ağı kurma işini bile tali bir konuma iten bu bilgiç tavır bana çok çok hazin geliyor ve bunu kurcalamak istiyorum. Ama yine de yukarıda özetlemeye çalıştığım tahlili anlamlı ve yeterli bulan arkadaşlara sorulması gereken bazı sorular sıralamak istiyorum:

-Bu saldırının ardında, olayı planlayan, örgütleyen ve icra eden malum siyasi odakların olduğu (galerilerin basın bildirisinde vurgulanan “internet siteleri” bahsini hatırlayalım) bariz biçimde ortadayken, sizler sadece veya aslen mahalle “sakinleri”nin olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, elinizde bilmediğimiz bir kriminal rapor mu var?

-Mahalle sakini “yoksulların”, maruz bırakıldıkları mutenalaştırılma sürecine kendiliğinden tepkisi her koşulda, oradaki değişimin sorumlusu saydıkları sanatçılara bu tür faşist saldırılar düzenlemek mi olur? Öyleyse dünyanın dört bir yanında ve İstanbul’un Sulukule, Süleymaniye, Tarlabaşı vs. gibi semtlerinde tam gaz sürmekte olan bu sürece neden oralardaki mahalle sakinleri bu tür tepkiler vermedi? (Sahi o insanlar ne yapıyor? Bu can yakıcı süreç madem bütün sol camianın gerçekten gündemindeydi de neden bu insanlarla çok sınırlı sayıda bir kesim ilgilendi?)

-Yoksullar, “altsınıftakiler” kendilerinden saymadığı, üst sınıf gördüğü herkese otomatikman kin duyan, faşizme fıtraten meyilli insanlar mıdır? (Sizin son beş-on yıl içinde gerçekten bu sınıftan insanlarla herhangi gerçek bir temasınız, oturup sohbet etmişliğiniz, aynı sofrada yemek yemişliğiniz, beraber televizyon seyretmişliğiniz filan oldu mu?)[iii] Sanata ve sanatçılara karşı tavırları sadece ve sadece gıcık olmak mıdır? İçki içen, kadınlarla erkeklerin sohbetlerini son derece doğal bulan, kendisi de düşünmeyi, okumayı seven, hiç değilse kendi çocuklarının sanatla, bilimle, uğraşmasından, kitaplar okumasından çok mutlu olacak yoksullar, dar gelirliler olamaz mı? (Daha ötesi yoksulları, düşünmek için gereken yetenek ve boş zamandan mahrum görüp sadece ekonomik statüleri içinde kavramak ne kadar solcu bir tavırdır? Bahsettiğim tahlillerde alttan alta çok etkili olduğunu tahmin ettiğim Bourdieu’nun, son tahlilde“sanat”la ilişki kurma gayretini salt seçkinlik ve statü arayışıyla eşitleme ezberine düşmesini, sanatta sadece bir “simgesel sermaye” teşhis etmesini soldan eleştiren bir kitabı, Ranciere’in Filozof ve Yoksulları’nı döne döne okumakta fayda var) Yoksullar eşittir lümpenler midir?[iv]

-Tophane’deki insanların yoksulluk düzeylerine ve bu yoksulluğu nasıl anlamlandırdıklarına dair somut veriler içeren herhangi bir araştırma mı okudunuz da bunun “sınıf kini”nin olası tezahürlerinden biri olduğuna kani oldunuz? Bu sınıf kini Türkiyeli yoksullar arasında bu kadar yaygın da neden kapitalizmin ve zenginliğin asıl mabetleri sayılabilecek mağazalara, AVM’lere (alışveriş merkezinin kısaltmasıymış bu, daha dün öğrendim de cümle içinde kullanmak istedim), bankalara, lüks sitelere vs. yöneltilmiyor hiç? Tophane’ye sanat galerileri değil de atıyorum lüks ve sosyetik insanların da gelip gittiği mağazalar açılsaydı aynı tepki gösterilir miydi?

-Bizde yoksulların duygu evreninde üst sınıfların temsil ettiği hayat tarzı karşısında epeydir kinden çok arzu, hasetten çok imrenme ve özenme (elbette ilk duygularla karışık vaziyette) devrede olmasın sakın?

-Yoksulların karnı her türlü sanata kategorik olarak tok mudur, çözüm onları kendi hallerine, kendi gettolarında bırakıp sanat-kültür gibi “entel” işlerini kendi önceden belirlenmiş gettolarımızda (Beyoğlu, Nişantaşı, Teşvikiye ve Kadıköy’de) sürdürmek ve bu gettoların hiçbir şekilde temas etmemesini sağlamak mıdır? “Sanat isteyen Şişli’ye mi gitsin” sahiden? İnsanlık ütopyamız, herkesin verili cemaat kimliklerine, toplumsal statülerine tıkılıp kaldığı feodaliteye dönüş müdür? (Komünist Manifesto’da kapitalizmi tam da bu tür kimlikleri yıkıp geçtiği, “katı olan her şeyi buharlaştırdığı” için devrimci sayan pasajları bir kez daha hatırlatmaya gerek var mı?)

-Mutenalaştırma denen sürece tam da yoksul, “karakuru” insanları sınıfsal statülerine göre, tercihan şehir dışındaki yerlere yerleşmeye zorladığı, farklı sınıftan insanlar arasında bırakın herhangi bir irtibat kurmayı, görsel teması bile imkansızlaştırdığı için, insani ekolojiyi ayakta tutan çeşitliliğin üzerinden silindir gibi geçtiği için karşı çıkmıyor muyuz? Size göre, böyle bir temas illaki hınç ve haset doğuracaksa, tek sonucu sınıf kini ve fiziksel şiddet olacaksa mutenalaştırmaya neden karşı çıkıyorsunuz?

-Son dönemlerde “sınıf”ın ve kapitalizm analizinin, Marksizmin kriziyle birlikte sosyal bilim literatüründen ve siyasal tartışmalardan kaybolmasının yol açtığı kayıplara haklı olarak dikkat çekiliyor, ama bununla kastedilen “Kapitalizm” ve “Sınıf” terimlerinin her kapıyı açan birer mantra gibi kullanılması mıdır? Böyle kullanıldıklarında her şeyi anlamamıza ama (karşımızda devasa güçler olduğu için) hiçbir şey yapamamamıza yol açan determinist bir akıl yürütme biçimine, bir tür materyalist tevekküle hapsetmiyorlar mı bizi? (Bu terimleri bir yandan akıllıca eleştirip inceltirken, bir yandan da bunları hala anlamlı tahliller yapmak için kullanmanın mümkün olduğunu gösteren, büyük harfli “Kapitalizm’i her şeye kadir bir fail olarak gören anlayışın solu ne kadar felç ettiğini sergileyen müthiş bir analiz için J.K. Graham-Gibson’ın (Bildiğimiz) Kapitalizmin Sonu kitabını hararetle önereyim).

-Mutenalaştırma sürecinin mağdurlarından çok daha dolaysız biçimde kapitalizmin şiddetine maruz kalan milyonlarca insana (işinden atılanlara, eşlerini, çocuklarını mesela Tuzla’daki korkunç tersanelerde, madenlerde kaybeden insanlara, ekmek derdinden işyerlerinde kendilerine yöneltilen her türlü dolaylı ve dolaysız aşağılamaya ses çıkaramayanlara, yaşadıkları güzelim yerleri HES’ler yüzünden, işsizlik ve üretimlerinin değersiz sayılması yüzünden terk etmek zorunda kalanlara vs. vs.) önerimiz, bu pis sisteme yardaklık eden (!) sanatçıların sergilerini, atölyelerini basıp biraz olsun rahatlamaları mı olacak?

-Olmayacaksa bu tahlilperestliğin ardında sırıtan “oh olsun, iyi oldu bu züppelere/entellere!” edası da neyin nesi? Sağın alamet-i farikalarından anti-entelektüalizm ne zamandan beri solcularca temellük ediliyor? “Burjuva sanatı”nı yakmalı mı? (Tartışmalarda bu tamlamaya da rastladım. Böyle içiboş ibarelerin tehlikelerini reel sosyalizmin tarihinden hala öğrenemedik mi? Kendilerini proleterlerin temsilcisi sayan birtakım zevatın, Proletkült’ü yaratan avangard sanatçılar da dahil binlerce sanatçıya; proleterlerin ve yoksulların ruhunun sefalet ve görkemini belki de bütün edebiyat tarihinde en iyi anlatan yazar olan bir Andrey Platonov’a, bir Mandelstam’a, bir Şostakoviç’e, bir Daniil Kharms’a... reva gördüğü zulüm, bugün hala kendine sosyalist demekte direnen bizlerin içini sızlatmıyor mu? Bu ibarenin bir adım ötesinin Nazilerin “yoz sanat”ı olduğunu göremiyor muyuz? Sanatın, özellikle de görsel sanatların özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden beri kapitalist piyasayla fena halde iç içe girmesi, sanat vasfını çoğu zaman bütünüyle yitirecek raddelere gelmesi bence de son derece sert bir biçimde eleştirilmeli, ama bu zeminde, bu bağlamda, bu terimlerle değil!)

Daha bu sorulara onlarcası eklenebilir. Ama artık burada keseyim. Zira bu “tahlil”lerin ardındaki bariz öfkenin kapitalizmden çok kendimize, kapitalizm karşısında seyirci kalmaktan başka elinden bir şey gelmeyen, hiç değilse kapitalizmin şenaatlerini yeterince anlatmayı ihmal eden “biz solcu aydınlara” yönelik olduğu gözleminde bulunmak istiyorum. Türkiyeli sol aydının kendi varoluşunu, kimliğini anlamlandırma krizinin bir semptomu olarak görüyorum ben bu öfkeyi. Bu faşist saldırganlığı, doğru dürüst olayın ne olduğunu anlamaya bile kalkmadan daha ilk andan itibaren kapitalizmin uyguladığı şiddete gösterilebilecek olası tepkilerden biri diye (neredeyse mazur) gösterme telaşı, bir tür “kendinden-nefret”in dışavurumu gibi geliyor bana. Çünkü bu saldırı aslında “biz”i hedef alıyordu, bir kısmımızın arkadaşları oradaydı, biz de bizim arkadaşlarımız da orada olabilirdik vs. (Çoğu tahlilcide bu vurgu da arkasındaki şu tını da var: “Maalesef bizler de birer küçük burjuvayız, sanat gibi tali, seçkin işi şeylerle ilgilenmeye vakit bulabiliyoruz”). Bu tür yazıların, konuşmaların çoğunun, faşist saldırıyı etraflıca kınamaya bile gerek görmeden, bodoslamadan mutenalaştırma tartışmasına girmelerinin acaipliğini -anlatılsa bile- anlamamakta direnmelerinin nedeni de bu örtük, dolaylı özeleştiri tavrı (Aslında buna gerçek anlamda bir self-critique’ten çok kendi kendini kırbaçlama manasında self-flagellation demek daha doğru olur). Hayat-memat meselesi olan şey, orada her an hayatlarını da kaybedebilecek olan insanlara empati göstermek değil de, hayali muarızlarını ısrarla “kapitalizmin devasa şiddetinin yanında bu ne ki? Bunu da mutlaka görmemiz lazım”a ikna etmekmiş gibi davranmalarının ardında da bu var. Bunu gördüğümüzde (tabii bir tek kendilerinin gördüğünü varsayıyorlar kapitalizmin şiddetini) ne olacağı, bu tahlille ne yapmış olduğumuz sorusunun cevabı yok. Jameson’ın “diyalektik eleştiri” adını verdiği, benimse her türlü “sol eleştiri”nin ve bilgi üretme gayretinin olmazsa olmaz parçası saydığım, “Biz bu tahlili şu anda niye yapıyoruz? Ne işe yarıyor?” sorusu, kendi üzerine düşünme momenti yok bu tahlillerin ardında. Adeta tahlil için tahlil yapılıyor (“Marksizmin akademikleşmesi” denen şey de bu herhalde.)

“Gelin mutenalaştırılan semtlerdeki insanlarla daha yakından temasa geçip onlara somut destek olabilmek için sol politikalar üretelim, oralarda var olalım, onları milliyetçilerin-faşistlerin ellerine terk etmeyelim; mutenalaştırmaya karşı şu tür direniş stratejileri örgütleyelim” gibi pozitif bir önerileri, hatta “başlarına gelen bu şeylerin Kapitalizm denen ‘canavar’ın ürünü olduğunu onlara anlatıp öfkelerini doğru yöne kanalize edelim” gibi daha naif bir dertleri de yok. Zira hem bu Kapitalizm’in gerçekten Canavar olduğuna ve karşısında hiçbir şeyin duramayacağına hem de oradaki insanlarla anlamlı bir temas kurmanın neredeyse imkânsız olduğuna onlar da inanmış durumdalar (Söylemeye gerek var mı: naifliklerini de epeydir yitirmiş durumda bu tahlilci arkadaşlar). Bu durumda da bir tür ruhunu kurtarma ayini gibi, “bu lafların hiçbir şeye etkisi olmayacak, ama ben yine de en azından tahlilimi yapıp şiddeti asıl kapitalizmin doğurduğunu anlamamakta ısrar eden şu uyuz sol liberallere lafımı geçireyim” diyorlar. Sınıfsal analizin hizmet etmesi beklenen sınıf mücadelesine dair yaşarlığı olabilecek bir perspektifleri, (belki de artık kendilerinin de kültürel olarak olmasa da ekonomik olarak dahil olduklarını pek de düşünmedikleri) “proleterlerle” gerçek bir temas kurmaya dair gerçekçi bir umutları yok; bütün bunların günümüz Türkiyesi’nde ve günümüz dünyasında neden olmadığı, olamadığı konusunda gerçek bir özeleştiriye ve verili sınıf ve kapitalizm kavrayışlarıyla hesaplaşmaya girmek için gerekli cesaretleri de yok (bu türden sorgulamaları yapan birçok sol düşünür de bunu gerçek bir krizle hesaplaşmak için değil de eski tabirle “revizyonizm” olsun diye yapmışlar gibi “postmodern uçuk filozoflar” sepetine atılarak ciddiye alınmıyor). Bütün bunlar olmayınca da solculuklarını sadece bir “sınıf nostaljisi” şeklinde ve sınıfın önemini hakkıyla değerlendiremediğini düşündükleri insanları paylayarak yaşamaya mahkum oluyorlar . Özetle, Türkiye’de solun yoksullarla, ezilen “sınıflar”la ve halkın diğer kesimleriyle gerçekten temas etmeye, kapitalizmin saldırılarına karşı içinde “başka türlü” insani ilişkilerin de serpildiği direniş odakları oluşturmaya başlayabilmesini sağlayacak siyasi pratikler geliştirme konusunda pek de bir gayreti olmayınca (ezici bir kısmı buna ihtiyaç olduğunu bile düşünmüyor zaten), yaptığı sınıfsal analizlerin de pek esamisi okunmuyor.[v] İçten içe bunun farkında olmak hepimizi (artık biz diye konuşmanın zamanıdır!) öyle müthiş bir beyhudelik duygusuna, başdöndürücü bir boşluk hissine gark ediyor ki bunu bilince çıkarmamak, teorik olarak kabullenmemek için tahlil şehvetine kendimizi daha da kaptırıyoruz sanki; halkla ve yoksullarla aramızdaki mesafe öyle açılmış ki aramızdan birileri düpedüz örgütlü faşist bir saldırıya uğradığında bile içten içe bunu hak ettiğimiz inancının ittirmesiyle bu saldırıyı kapitalizmin doğurduğu şiddetle “açıklamaya” çalışırken, adeta kendi hayat tarzımız için özür diler pozisyona düştüğümüzü fark etmeyerek ne kadar hazin bir görüntü çizdiğimizi bile görmüyoruz.

Bu hesaplaşılmamış duygusal yük de kabullenilmediğinde gerçekten tahlil yapabilmeyi engelliyor. Halbuki ezberci olmayan ve kendi kavramlarının reel hayatla ilişkisi üzerine tekrar tekrar düşünebilen, hatta bahsettiğim duygusal yükle de hesaplaşabilen tahlillere çok ihtiyacımız var. Derdimin, “teori, analiz gibi mızmızlıklara ne gerek var,” demek olmadığı yeterince açıktır sanıyorum (yukarıda yerdiğim anti-entelektüalizmin bir başka örneği olurdu bu ki bunu yıllardır yapanlar da var). Doğru tahlil yapabilmenin neden önemli olduğu bu örnekte de yeterince ortada; eğer bütün bunları mutenalaştırmanın kaçınılmaz sonuçları olarak görmeyip de planlı ve örgütlü faşist saldırıyı açıkça görebilseydik, tepkimizi de ona göre verebilirdik.

Faşizme tepki çok farklı biçimlerde de gösterilebilirdi, basit bir kınama, bildiri yazma işinden bahsetmiyorum. Ki böyle bir bildiri de yazılıp olayın faillerinin adı konup İçişleri Bakanlığı’na neden doğru dürüst bir şey yapılmadığının hesabı sert bir dille de sorulabilirdi. Bütün sanat, kültür, bilim kurumlarının üyeleri, sol camiadaki partiler, örgütler, yüzlerce değil, binlerce kişiyle toplanıp toplu bir galeri ziyareti yapsaydı; atıyorum oradaki faşist yuvalarının önünde sert bir protesto eylemi yapsaydı, mahallenin gerçekten yoksul kesimlerinden insanlarla konuşup galerilerden somut olarak–öyle içki içiliyor, kadınlarla kakarakikiri yapılıyor palavralarının ötesinde- bir şikayetleri olup olmadığı, varsa nasıl bir şikayetleri olduğu öğrenilseydi, bazı acil dertlerine somut çözümler bulma sözü verilse ve bu sözler tutulsaydı, bahaneyle mutenalaşmanın orada gerçekten ne gibi tahribatlar yarattığı görülüp kamuoyunun dikkatine sunulsaydı, özetle hemen ve hep beraber mahalleye inilseydi hiç fena bir tepki olmazdı. Ama bu tren fena halde kaçtı gibime geliyor. Zaten de hep trenleri kaçıra kaçıra geçiyor ömrümüz!


[i] Bir arkadaşım soldan yapılan tahlilleri tam da bu tür alternatif tahlil çerçevelerinin altını oymak için yapılmış gibi göremez miyiz, diye sormuştu. Buna pek katılamıyorum, zira mutenalaşma tahlilleri, olası başka tahlillerle karşılaşmaya bile fırsat bulamadan yapılmaya başlamıştı, en başta Nazım’dan aktardıklarımın da gösterdiği üzere. Karşılaştığında da kendisine rakip aldığı temel tez, buna yekten faşizm diyenlerinkiydi (öbürkülerle pek kimse ilgilenmiş gibi görünmüyor bizim taraflarda); bunun yanlış, eksik vs. olacağı, faşizmi lanetlemenin bu olayı anlamaya yetmeyeceği, olayın gizli ya da asıl ilgiye muhtaç öznesinin mutenalaştırma olduğu söyleniyordu özetle.

[ii] Aslında bu yazının ilk taslağı da bu gruptaki tartışmaların bir parçası olarak yazılmıştır. Bu konuda büyük olasılıkla hala temelden farklı düşünmekle birlikte, Erkal, Elçin ve Emine’ye, düzeyli itirazlarıyla beni bu konuda yazmaya kışkırttıkları ve yazdıklarımı belirginleştirmemi sağladıkları için teşekkür ederim.

[iii] Birikim’e yıllar önce “Sol: Evin Reddi” diye bir yazı yazıp “yerliciliğin” tehlikelerine dikkat çekmiş, “Sol, dünyanın her yerinde bütün muhafazakarlığın şiarı olan şeye, yani halkın her ahval ve şeraitte ‘sağduyu’yu, ‘bilgeliği’ vs. cisimleştirdiğine inanmaz, ailesiyle, çevresiyle, milletiyle barışmaz, kaynaşmaz” demiş biri olarak birdenbire yerliciliğin faziletlerini mi keşfettiğim sorulabilir (ki soruldu da tam da bu vesileyle). Yok, daha hidayete ermedim! Ama o yazıda bir ayrım yapmıştım: Bir varoluş biçimi olarak yerlilik ve siyasal iletişim, etkileşim yolu olarak yerlilik. Solun, sol kalmak için birincisini –şimdi burada tekrarlamayacağım nedenlerle- kesinlikle reddetmesi gerektiğini söylerken, memlekette sahiden ses getirebilecek düşünceler ve pratikler üretebilmek için ikincisi üzerinde çalışmakla mükellef olduğunu söylemiştim; bu sorunu o yazının yayınlandığı sayıda başka birileri mutlaka ele alır diye umuyordum ve bunu yazmıştım da ama Tanıl Bora’nınki hariç tek bir yazı bile yoktu maalesef bunu dert edinen. İşte bu ilgisizlik de buraya yazdığım sol eleştirisinin odağını oluşturuyor.

[iv] Yoksulları, “halkımızı” romantize ediyor, “benim onurlu yoksullarım asla faşizm yoluna sapmazlar” filan demiyorum, enayi değilim, gerçek yoksulluk korkunç bir çaresizlik ve güçsüzlük hissi demek her şeyden önce ki bunun faşist manipülasyonlar karşısında insanları ne kadar savunmasız bırakabileceği açık. Hem dünyanın hem de Türkiye’nin tarihinden, özellikle de solun kitlelerle temas kurmayı başaramadığı, yenildiği dönemlerde bunun nasıl kolay gerçekleşebildiğini gösterecek sayısız örnek verilebilir. Ama hem bu tarihsel gerçekliği yoksulların ontolojik bir vasfı haline getirme tehlikesine dikkat çekmek istiyorum hem de elimizdeki olayda, bu saldırıyı malum o(d/c)akların organize ederek, çoğunlukla mahallenin esnaf kesiminden lümpenlerle (1 Mayısçılara saldıranlar da bunlardı, mahallenin yoksullları filan değil) işbirliği içinde icra ettiğini gösteren yeterince karine varken, olayı yoksul halkın mutenalaşmaya tepkisi, sınıf kini vs. diye yorumlamakta ısrar etmek neden, diye soruyorum.

[v] Tam da bunu yapmayı bir türlü beceremediğimiz, mahalleleri, işyerlerini, halkın, yoksulların içinde yaşadığı mekanları terk ettiğimiz, somut hiçbir dertlerine derman olmaya çalışmadığımız, oralarda bütün o “yabancılığımızla” (“ecnebilik”le değil ama), halk yalakalığı filan yapmadan ama onları, dinlerini, dillerini, beğenilerini vs. küçümsemeden, onlarla dayanışarak varolmayı başaramadığımız, “teori zehir gibi olduğu halde pratik sallanmakta” olduğu için (MFÖ’nün bir şarkısı vardı böyle galiba), halkla yıllardır sahiden “konuşamadığımız”, onları neredeyse hiç dinlemeden, dinleyecek yerlerde bulunmadan onlar adına konuştuğumuz için suçluluk duyuyoruz (elbette bunu yapmaya çalışan küçük küçük çeşitli gruplar, buralarda fedakarca çalışanlar var, ideolojik olarak uyuşmadığımız bir dolu nokta da olsa kendilerine büyük saygı duyduğumu belirtmeden geçmeyeyim ve genelleme yaparken haklarını yemiş olmayayım!) ; yaptığımız analizlerin herhangi bir gerçeklik ve hayatiyet kazanamamasının, hep birbirimizi dövmek için birer vesile gibi kalmalarının nedeni de bu. Oralara kırk yılda bir, sadece turist gibi gider olduk (Burada özel olarak şu ya da bu somut şahsı kastetmiyorum. Tek tek bireylerin oralara gitmeye zamanı, gitmesine değecek iletişim yeteneği olup olmaması meselesi elbette ayrı. Kurumsal yapıları olan bir örgütlenmeler bütünü olarak sol, buradaki özne). İtiraf etmek gerekir ki 12 Eylül’den sonra halkının, kendisi tarafından temsil edildiğini düşündüğü şeye ihanet ettiğini düşündü soldaki özneler hapishanelerde yatar, işkence tezgahlarından geçerken ve küstüler, kendi açılarından bütünüyle haksız oldukları söylenemez. Ama 30 yıl sonra artık bu küskünlüğe son vermemizin, halk o zaman ve şimdi bizim davamıza sahip çıkmamışsa biz de belki bir yerlerde, bir şeylerde yanlış yapmışızdır, bir şeyleri yanlış kuramsallaştırmışızdır, diye sormamızın ve sokağı, “sınıf”ı ulaşılamayacak bir nostalji ya da arzu nesnesi olmaktan çıkarmamızın zamanı gelmiştir herhalde.