İnsan Ruhunun Esrarı (Oedipus 52)
Erdoğan Özmen

Şu halde psikanalizin ileri sürdüğü şey, örneğin geçmişte yaşanmış travmatik bir olayın (şiddetli ihmal ve yoksunluk, kaba şiddet, cinsel suistimal ya da daha genel anlamda belirli bir gelişim evresinde saplanmaya (fiksasyon), dehşet, korku ve çaresizliğe ve engellenmelere (früstrasyon) yol açan her olay: Çünkü belli bir anlamda denebilir ki psikanaliz aynı zamanda bir travma teorisidir) ruhsal olarak yıkıcı, altüst edici (psikopatolojik) etkilerinin yıllar sonra (ergenlik ve yetişkinlikte) ortaya çıktığı ve böylece edimselleştiği/sahnelendiği görüşü değildir. Daha ziyade geçmişte yaşanmış ve ham haliyle/anlamdan/sözcüklerinden yoksun olarak kaydolmuş (dilin düzeninden ziyade bedene kaydolmuş olan) bir olayın, geçmişten arta kalan bir anının/anı izlerinin, geçmiş bir sahnenin daha sonra gerçekleşen olaylar/tetikleyiciler sayesinde geri-dönüşlü olarak travmatik bir anlam edinmesidir. Demek sonradan öğrenilen bilgi ve ulaşılan olgunluk sayesinde daha önceki bir olay travmatik yüküne/değerine kavuşur, dahası belki de böylece, geri-dönüşlü olarak söz konusu önceki olayı tam olarak bilmiş, kavramış oluruz. Şunu da eklemeliyiz demek ki: “Beden kayıt tutar” filan denilerek, bedeni, bedenin güçlerini ve acılarını öne çıkartan, “bedenin özgürleşmesine” vurgu yapan, söz karşısında bedeni yücelten çağdaş terapi biçimlerine ihtiyatlı yaklaşılmalıdır. O bağlamda terapinin vaat ettiği şeyi çoktan/zaten biz kendimiz yapmışızdır ve analizin/terapinin başlangıç noktası tam da burasıdır.

Klasik psikanaliz ve psikanalitik psikoterapilerde analistin/terapistin seanslarda esas olarak dinleyici konumunda bulunması, sesiz kalması ve pek konuşmamasının bir sebebi de budur: İç dünyanın/ruhun hakikatine ilişkin bilgi, ulaşmaya çalıştığımız anlamlar daima ertelenecek, sonradan tamamlanacaktır çünkü. Hakiki içgörü daima sonradan, geri-dönüşlü olarak, daima ertelenerek gerçekleşecektir. Psikanalitik tedavi sürecinin/analizin “bitmeyecek” olmasını, bütün yorum ve analizlerden sonra bile geride “analiz edilemez/ulaşılamaz” bir rüya çekirdeğinin/merkezinin kalacak olmasını da bu çerçevede anlamalıyız demek ki.

Herhangi bir gösteren/sözcük -demek ki daima geçici olan/nihai olmayan- anlamına diğer gösterenlerin oluşturduğu bağlam sayesinde kavuşur. Zincire eklenen her yeni gösteren, kendisiyle birlikte derhal yeni bir anlamı sürükler/yaratır. Bireyin konuşmasında bir cümlenin ilk sözcüğü, ancak cümle tamamlandıktan sonra, geri-dönüşlü olarak anlam kazanır. Öznenin Simgesel düzene/dilin düzenine girişinde de aynı örüntü söz konusudur. Oedipus-öncesi dönem, o dönemde yaşananlar ancak Oedipus karmaşasının çözümüyle birlikte, sonradan ulaştığımız bu yeni evrenin bakış açısı/kavramı ve olgunluğu sayesinde, geri-dönüşlü olarak anlam kazanır. Birbirini takip eden, birbiriyle kesişen ve eklemlenen, ve kesintisizce akan bir dizi geri-dönüşlü harekettir söz konusu olan. Şöyle de söylenebilir pekala: İnsan ruhunun bu çalışma ilkesi, ruhu işleten motor, söz konusu bu biçim (geri-dönüşlülük, sonradanlık), en baştan maruz kaldığımıza inandığımız bir tamlık/bütünlük kaybının, bir eksik veya boşluğun sonucudur belki de. Bu kayıp ve eksiklik hissini telafi etmek, o boşluğu tamamlamak özleminin ete kemiğe büründürdüğü temel biçim. O eksiklik/kayıp hissinin yeri konuşan özneler olarak varoluşumuzun tam kalbidir ve simgesel kastrasyonun (iğdiş) sonucu olarak ortaya çıkar.    

Psikanalitik açıdan bu eksik, simgesel iğdiş edilmenin sonucudur şüphesiz. İhtiyaçlarımızı kelimelerle, bize ait olmayan bir dille anlatmak zorunda olmamızın (lacan bunu “yabancılaşma” olarak adlandırır), memeden kesildiğimizde, tuvalet eğitimiyle ve birincil doyum kaynağımızdan (bu çoğu zaman annelerimizdir) ayrıldığımızda hepimizin yapmak zorunda kalmış olduğu şeyin, yani tatminin veya joussiance’ın feda edilmesinin bir sonucudur. Aslında bütün insan arzuları bu eksikten doğar; Lacan’ın ifadesiyle söylersek varlıktaki-eksik’ten veya olma eksikliği çekmek/olamamak’tan (le manque-a-etre). Eksik yoksa arzu da yoktur.”[1]

İnsanın en temel varoluşsal açmazı, eksik bir varlık olarak ortaya çıkmasıdır şu halde. Bir eksiklikle damgalanmış, temel bir eksikliği kat etmiş varlık olarak inşa eder insan kendini. Ama insanın her seferinde olağanüstü başlangıçlar yapmasının, umutla doğrulup yeniden başlamasının, o zamana değin hiç düşünülmemiş ve hayali kurulmamış yollar bulmasının, var olan gerçekliğin kısıtlama ve reddedişlerini hükümsüz kılarak umulmadık çareler yaratmasının gerisinde de aynı “açmaz”, aynı yük ve fazlalık yok mudur? Eksiklik çünkü, bir fazlalık ve yük olarak kaydolur ruhlarımıza. Habire eksiltmeye, aşındırmaya çalıştığımız bir aşırılık olarak. Bu kasvetli ve karanlık zamanlarda örneğin, bir grubun, bir topluluğun, bir kolektifin bütün insanlığı gururlandıran ve içimizi iyilik ve şükran duygularıyla genişleten, insana inancımızı tazeleyen bir cesaret ve kararlılıkla, hayallerindeki sonsuz gök kubbeyi yüce bir aşkla ve hepimiz için yontup durma ısrarında? Ya da, içimizden birinin inatla ve aşkla, göz kamaştırıcı bir yaratıcılıkla bambaşka bir yöne sapmasının, yepyeni bir ufka yönelmesinin gerisinde? Tutkulu varoluş eşsiz bir armağandır insana. Çünkü aslında, insanca olan yegane şey, sonsuz bir nesneler ve seçenekler yelpazesini sebatla ve cesaretle kat edip durmak ve o durumda en imkansız görünene gözünü dikmek değil midir?


[1] B. Fink, Lacan’da Aşk, Çev. Elif Okan Gezmiş, Zeynep Oğuz, Kolektif Kitap, 2019, s.81