Yerli, Milli ve Ötesi
Cuma Çiçek

“Gözlerini Türkiye'ye çevirmiş, Türkiye'den gelecek haberleri büyük bir heyecanla takip eden, Bağdat, Şam, Beyrut, Amman, Kahire, Tunus, Saraybosna, Üsküp, Bakü, Lefkoşa ve diğer tüm dost ve kardeş ülke başkentlerini, dost ve kardeş halkları da buradan muhabbetle selamlıyorum. 12 Haziran 2011 seçim sonuçları ülkemize, milletimize, bütün coğrafyamıza, tüm dünyaya hayırlı olsun. Bu sonuçlar, inşallah, bölgemizde ve dünyada, barışa, adalete, huzur ve istikrara katkı sağlasın diyorum.”

Yukarıdaki sözler Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Haziran 2011 genel seçimleri sonrasında yaptığı “balkon konuşması”ndan. Osmanlı İmparatorluğu’nun hinterlandını hatırlatan bu konuşma esasında yayılmacı bir politikaya işaret ediyordu. AK Parti’nin ilk yıllarda “komşularla sıfır sorun politikası” ile formüle ettiği ve hem ekonomik hem de siyasi alanda Türkiye’yi bölgesel bir güce dönüştürmeye dönük arzularını ifade eden bu siyaset o dönem “yeni-Osmanlıcılık” kavramı etrafında çokça tartışıldı. İşin doğrusu bu siyasetle 2000’lerde komşularla yapılan ticaretin hacmi dikkate değer oranda büyüdü; sadece siyaset değil, büyük-küçük Türk sermayesi de bundan çokça faydalandı.

2013-2015 Çözüm Süreci de esasında bu siyasetin sonucu olarak ortaya çıktı. Bununla birlikte sürecin sonlarına doğru AK Parti ortaklarıyla birlikte yeni bir siyasete yöneldi: “yerli” ve “milli”. Tanıl Bora’nın “Yerli ve Milli” başlıklı Birikim yazısında altını çizdiği üzere hem MHP’nin hem de Millî Görüş geleneğinin söyleminde bu iki konsept zaten önemli bir yere sahipti. Bununla birlikte 15 Temmuz sonrasında bu söylemin yeni bir içerik kazandığını söyleyebiliriz.

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi için 2017 yılında yaptığım ”15 Temmuz Sonrası Kürt Meselesi ve Sivil Toplum: Diyalog ve Uzlaşı İmkanları” başlıklı araştırmada görüştüğüm katılımcılardan biri “milliliğin” tartışmalı olduğunu ancak “yerliliğin” Kürt meselesinin çözümünde anahtar bir rol oynayabileceğini söylemişti. Bununla birlikte geçen zaman içinde bu iki kavram ayrılmaz ikiliye dönüştü ve Türkiye’de muhalefeti de büyük oranda içeren yeni bir siyasetin ve rejimin sembolü haline geldi.  

“Yerli”, “milli” ve “özgün” bir süreç olarak tarif edilen Çözüm Süreci’nin çökmesiyle birlikte, bu söylem 15 Temmuz sonrasında yeni bir içerik kazandı ve Kürt meselesini aşarak devlet ve siyasetin yeniden kurulumunda belirleyici hale geldi. Sadece iç siyasette sınırlı kalmadı, dış politikaya da sirayet etti. Bu yeni söylem AK Partili yetkililerin tanımlamasıyla Türkiye’yi dış siyasette “komşularla sıfır sorun politikasından” “değerli yalnızlık” noktasına taşıdı.  

Grup Sınırları?

Bu dramatik/sert değişimden sonra sormakta fayda var. Yerli olan ne? Milli olan ne? Yerli ve milli olanın küreselle/evrenselle/dünyalıyla ilişkisi ne? Bu sorulardan daha da önemlisi sabit, değişmez ve tek bir yerlilikten, millilikten, dünyalılıktan bahsedebilir miyiz?

Etnisite/ulus, din/mezhep, toplumsal cinsiyet gibi farklı toplumsal dinamikler üzerinden inşa edilen grup kimlikleri esasında grup içi dinamikler kadar belki ondan daha fazla grup dışı aktörlerle kurulan ilişkilere dayanır. Bu ilişkiler çoğu durumda eşitsizlikler üreten belli güç ilişkileri ve kaynak bölüşümünü içeren bir bağlamda kurulur. Bu kurulum sosyal içerme ve dışlama mekanizmalarıyla kimi grupları güçlendirirken kimilerini zayıflatır. 

Bu noktada iki hususun altını çizebiliriz. Birincisi, yerli ve milli olan ile dünyalı olan arasındaki varsayılan ayrımın gerçekte olmadığını söyleyebiliriz. Verili bir zaman ve mekânda her yerli ve milli aktör kendini “seçili bir dünyanın” içinde hayal eder ve konumlandırır. Başka bir ifadeyle yerli ve milli gibi dünyalılık da tek bir hale işaret etmez. Mesele hangi dünyaya ait olduğunuz ya da hangi dünyalılık haliyle bağ kurduğunuzdur. Risklerin, korkuların, güvensizliklerin arttığı son yıllarda yükselen yerlilik, millilik söylemleri bu anlamda Türkiye’ye özgü değil. Aksine, sınır-içine odaklanan, hatta oraya hapsolan yeni bir dünyalılık haline işaret ediyor ve bu hali paylaşan diğer yerli ve milli aktörlerle bağ kuruyor. Yoksa dünyada insan sayısından daha fazla SİM kartının olduğu bugünün dünyasında, ne mutlak bir yerli ve milli izolasyon var ne de bunu öneren bir grup.

İkincisi, yerlilik, millilik ve dünyalılık arasındaki ayrım esasında doğru olmayan bir varsayıma dayanır. O da evrenseli/dünyalılığı içermeyen bir özgünlüğün/yerliliğin/milliliğin, aynı şekilde özgünlüğü/yerliliği/milliliği içermeyen bir evrenselin varlığını varsayar. Oysaki bu üç katman ya da hal esasında iç içedir ve birbirini kurar. Ötesi, bir adım ileriye giderek şunu söyleyebiliriz: yerli ve milli olan tek bir şeye işaret edebileceği gibi birden fazla şeye de işaret edebilir. Örneğin sadece bir ölçek olarak düşündüğünüzde, yerli olan ülke ölçeğine işaret edebileceği gibi bölgelere, illere, ilçelere hatta köylere de işaret edebilir.

Özetle yerlinin ve millinin sınırları da belli bir zamanda, mekânda ve aktörlerle kurulur. Yerli ve milli olmayan bir sosyalist deneyim olmadığı gibi İslamcı deneyim de yok. Aynı şekilde İslamcılık, sosyalizm, liberalizm, milliyetçilik gibi dünyalılık/evrensellik tahayyülleri olmayan bir yerlilik, millilik de mevcut değil. Sanıldığının aksine milliyetçilik de bir tür dünyalılık halini tahayyül eder, bu anlamda sadece “yerli” ve “millî” değildir.

Kıyaslama ve Referanslar

Yerli, milli, özgün olan ile dünyalı/evrensel olan arasındaki bu dinamik ve bütünlüklü hali anlamada kilit kavramlardan birini “kıyaslama” oluşturabilir. İnsanın dünyayı anlamadaki temel referanslardan birinin kıyaslama olduğunu iddia edebiliriz. İçinde yaşadığımız doğada yeşilin, mavinin ve diğer tüm renklerin onlarca, yüzlerce tonu arasındaki fark bile tek başına evreni kavramamızda, toplumsal olanı inşamızda kıyaslamanın, farkın önemini göstermeye yeter. Kavramayı sağlayan farktır, farkın kıyaslanmasıdır. Başka bir ifadeyle farkı görebildiğimiz ve bunları kıyaslayabildiğimiz ölçüde içinde yaşadığımız dünyayı ve toplumu kavrarız, anlarız ve daha iyiyi inşa ederiz.

Bu noktada yerel, milli ve evrensel olanın sınırlarını ve ilişkisini düşünürken farkı nasıl anladığımız, bu noktada referans/kıyaslama noktamız önem arz eder.

Üç Farklı Bakma/Görme Halimiz

Türkiye’de gözlemleyebildiğim kadarıyla sağdan sola farklı siyasi yelpazedeki insanlara hâkim olan üç farklı bakma ve buna bağlı olarak görme hali var. Bu bakma/görme halleri referans noktalarına göre farklılaşıyor. Kuşkusuz bu ayrım mutlak değil, her biri diğer iki hali de belli ölçüde kapsıyor. Bununla birlikte çoğu insanda bunlardan biri ağır basıyor ve ana bakma/görme halini şekillendiriyor.

İlki “normatif bakma/görme” hali. Belli değerleri, idealleri, normları baz alarak bakan ve gören bu hal sağ ve sol yüzleriyle toplum içinde küçük bir azınlığı oluşturuyor. İstatistiğe aşina olanlar için söylersek normal dağılım (çan) eğrisinde ortalamanın sağında ve solunda iki standart sapma dışında kalan her biri bir uçtaki küçük bir grubu kapsıyor. Bu grupların çoğu durumda yerli ve milli olandan daha fazla kendilerini ait hissettikleri dünyaya/evrene baktığını söyleyebiliriz.   

İkincisi “geçmişe kıyaslayarak bakma/görme” hali. Kendisi de bir sosyal inşa olan “geçmiş”, bugüne bakma ve onu görme halini belirliyor. Farklı geçmiş algılarına sahip aktörler bugünü “kendi” geçmişleriyle kıyaslıyor ve onun üzerinden algılıyor. Bu bakış halinin genel bir muhafazakarlık yarattığını söyleyebiliriz. Bu bakma ve görme hali genel olarak evrensel/dünyalı olandan daha fazla “yerli” ve “milli” olana odaklanır.

Yaşadığım şehir Diyarbakır’dan örnek vermem gerekirse, kentin 2000’ler sonrası oluşan, görece daha geniş bulvarlar, açık mekanlar ve yeşil alanlar içeren yeni yerleşim alanlarını beğenenler çoğunlukla ya kentin eski haliyle kıyaslar ya da Türkiye’nin diğer kentleriyle. Bu kıyaslama onlarda bir ilerleme/iyileşme hissi yarattığı için çoğunlukla yeni yapılaşma biçimleri olumlu karşılanıyor.  

Son olarak “bugünün ya da alanın iyisiyle kıyaslayarak görme/bakma” halinden bahsedebiliriz. Bu bakma ve görme halini kanaatimce en iyi anlatan kavram benchmarking. Piyasadan gelen ve daha sonra kamu yönetimine de sirayet eden bu kavramı durumu daha iyi anlatan başka bir kavram bulamadığımdan bu yazıda kullanmaya devam edeceğim.

Benchmarking kelimesinin düz anlamına bakarsanız “kıyaslama”, “karşılaştırmalı değerlendirme” gibi anlamlara denk gelirsiniz. Ancak, kavram esasında bir işletmenin rekabet gücünü artırmak ve kurumsal performansını iyileştirmek için alanındaki rakiplerini, en önemlisi sahanın en iyisini inceleyerek kendi kurumsal yapısını yenilemesini ifade eder. Bu kıyaslayarak dönüştürme/yenileme satın almadan üretime, pazarlamadan, yönetime, iletişimden maaş politikasına kadar farklılaşabilir ve kapsamı genişleyebilir.

Konumuza Diyarbakır örneği üzerinden bağlarsak, bu bakma/görme hali kentin yeni yapılaşmasını eski yapılaşma alanlarıyla ya da Türkiye’nin diğer kentleriyle kıyaslayarak değerlendirmez. Diyarbakır gibi ortalama bir milyon nüfusa sahip görece refah ve özgürlük içindeki dünya şehirlerine bakarak yeni şehri değerlendirir. Refah ve özgürlük içindeki şehirlerde ulaşım sistemleri nasıl kurulmuş? Nasıl bir altyapı var? Kentlerin parkları, bahçeleri, yeşil alanları nasıl? Kültür politikaları, sosyal politikaları nasıl inşa edilmiş? Kent alanında eşitlik ne ölçüde sağlanmış? Bu gibi sayısız soru üzerinden Diyarbakır’ı iyi kentlerle kıyaslar. Bu bakış açısının daha çok evrensel/dünyalı olana odaklandığını ve yerli ve milliyi bunun üzerinden ele aldığını belirtmeye gerek yok.

Eğitimden sağlığa, ulaşımdan haberleşmeye, enerji kullanımından temiz suya erişime, gıdaya erişim hakkından barınma hakkına, sosyal haklardan kültürel haklara kadar müşterek/kamusal alanlarda küresel ölçekte inşa edilen iyi bilgi ve deneyimlere baktığımız, onları görebildiğimiz ve onları referans aldığımız ölçüde yerli-milli-evrensel ayrımından öteye geçip daha bir iyi bir hayat kurabiliriz.

Güvenlik düzeni, ticaret düzeni ve en önemlisi dijital düzenin sınır-ötesi bir ölçekte her gün yeniden ve yeniden kurulduğu bir dünyada nasıl bir hayat inşa ettiğimizi referans noktalarımız, farklarımız ve kıyaslamalarımız arasında köprüler kuran bakma ve görme hallerimiz belirliyor. Bakma ve görme halimiz değişim arzusu taşıyanlar için zorunlu bir başlangıç noktasını oluşturuyor.