Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm: “Ama Dünya İnsanın Yüzüne de Çarpar”
Işıl Kurnaz

Kendi ile dünya arasındaki sınır nerede çizilir? O sınır üzerinden atlanabilir, o sınırın içinden geçilebilir, etrafından dolanılabilir ve o sınır muhakkak bir hakikate varıyorsa, üzerine basılabilir mi? Kendi bedeninden taşıp genişlemek isteyen o sınırlara ne yapılır?[1] Bu soruyu sorduran şey, Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm.[2] Gökçer Tahincioğlu’nun son romanı. Hikâyenin, içiçe girişlerle yüklü ama yazılmaktan çok örülebilen bir şey olduğunu okuyorsunuz burada. Ne diyordu Galeano, “yazmak yorar ama teselli eder.”[3] Yalnız o tesellinin öyle kendiliğinden ortaya çıkıvermediğini anlıyorsunuz daha çok, teselli yorgunluğunun nasıl bir toplumsal apatiye varabileceğini.

“Çok istediklerine kavuşma imkânı kalmayanların iyi tanıdığı, başka bir hayata razı yeniklikle iç çekti.”[4]

Tabii iç çekecekti, aynı başka bir hayata razı yenikliğine iç çeken o memleket gibi.  Çünkü hikâyenin örüldüğü yer hem kişisel hem toplumsalın kıyılarıydı. Bu kurmacanın kıyılarına benzer bir şeyler de söylüyordu muhakkak. Çünkü Tahincioğlu’nun dilinde kişisel ve toplumsalın kıyıları, kurmacanın kıyılarıyla kesişiyordu. Ranciêre’nin orada söylediği şey şuydu: “Kurmacanın, vaktiyle kenarda kalan o varlık ve olayların dünyasını içine aldığı kıyılardır bunlar. Aynı zamanda, meydana gelen olaylar ile öylece geçip giden olaylar arasındaki farkın kaybolduğudur.”[5]  Tam da öyle bir yerden kuruyor hikayesini roman, öldükten yıllar sonra bile izleri takip edilen ve fişlenen o ölü komünistin, faili meçhul bırakılmış cinayetine açılıyor ama bunu sadece oradan yapmıyor. Ara duraklar, vaktiyle kenarda kalanlar da hikayenin içinde ama sadece hikayenin uğrak noktaları diyemeyeceğimiz bir merkezilik, bir içiçe girişle birbirine bağlanıyorlar. Yani Sabahattin Ali’den yola çıkıyor ama ne hikâyenin anlatıcısı, ne ablası, ne sevgilisi, ne Filiz Ali, ne de katil olduğu düşünülen Ali Ertekin bir yan karakter bu romanda. Hepsinin hikayesi kendisinde saklı, kişisel olanla toplumsal olanı kuyruğundan birleştiriyor diyelim. Onları birbirine kurmacayla dikiyor. Kurmaca burada ne bir yan rol ne de sadece hikâyeyi bütünleştirmek için kullanılmış bir araç. Romanda her ne varsa, hiçbiri birbirinden rol çalmıyor. Tahincioğlu buna “kıyıda köşede kalan haberlerin ardındaki hikayeleri büyütmek çabası” demiş.[6] Bir insan hikayesinin, bir çaycının, eski bir MİT’çinin, katil olmak için ısrar eden katilliği müphem bir katilin, bir çobanın, bir işkenceci emniyetçinin, şaşırmış bir başka polisin, gölgesi kendisinden uzun bir eski sevgilinin, geride kalmış olmanın mahcubiyetiyle özlemekten utanır olduğumuz o yarım kaybımızın yani açık kalmış o yasın hikayesinin pek de öyle kıyıya ve köşeye sığmadığını anlatıyor roman. Bütün bunlar öylesine yüklü duygular ki yükleri ancak kurmacanın kıyılarına sığınabiliyor. Bu yüzden okuduğunuz anda her bir karakterin geniş oylumlara dokunduğunu görüyorsunuz, bir bütünün parçaları bunlar. Bir labirentin birbirine bağlandığı o nokta. Siz onu labirentin içindeyken göremiyorsunuz da ancak kuş uçuşu bir mesafeye üzerinden geçebilmeniz gerekiyor.

Bunu yaparken katille kurbanı aynı kefeye, aynı mağduriyet diline hapsetmiyor yalnız. O çizgiyi öyle bir yerde çiziyor ki anlamaya çalışmakla hak vermenin birbirinden epey farklı iki şey olduğunu görüyorsunuz. “Ama katille kurbanı ayırt etmediğinde uğruna mücadele edecek tek bir dünya bile kalmıyor geride” diyor çünkü. Kendi ile dünya arasındaki o sınırı, orada çiziyor işte. O sınırdan insanlık onuru ve sorumluluk, ilkeler ve romansal bir hakikat sızıyor. Çünkü evet, belki katil gerçekten de kötü bir insan değil, belki suçlular sadece “hayata tırnaklarını geçirmek ve kabul edilebilir bir yaşam sürmek zorunda”[7] daha az şanslı kimseler.  Çünkü herkesin, her şey için bir sebebi var, çünkü evet belki katiller de şiddetten ötesini kendilerine sunmayan bir hayattan pay almaya çalışıyorlar sadece. Ama buraya hapsolmuyor Tahincioğlu. Roman, burada anlama çabasını sona erdirmiyor. Çünkü “Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret, tümü değil.”[8] İşin anlama boyutunu gösteriyor şüphesiz ama anlamanın yetmeyeceğini, anlamaktan başka türlü bir kamusal sorumluluğun işaretini sızdırıyor.

Bu Hannah Arendt’in de öğrettiği bir şeydi sanırım. Karanlık zamanlarda insanları anlamaya çalışıyordu o da, Tahincioğlu’nun çabasının bir başkası diyelim. “Ama” diyordu “dünyayla, içinde yaşayan insanlar aynı şey değil. Dünya, insanların arasındadır.”[9]  Nilgün Toker açıklıyordu bu meseleyi daha sonra, dünyaya karşı sorumluluğumuzun, dünyayı görme kapasitemizde yattığını söylüyordu.[10] İnsanın çoğulluğu oradaydı, katilin çoğulluğu orada. Ama hakikat de eğilip bükülmeden bütün bu çoğullukların içini dolduruyordu işte. Çünkü bir katil olarak, bir işkenceci olarak ne kadar iyi bilinirlerse bilinsinler “kendini kandırabilmenin de sınırları vardı.”[11] Çünkü aynı, hikâyenin anlatıcısı gibi onlar da söyledikleriyle oldukları arasındaki mesafeyi gayet iyi bilerek hayatta kalabiliyorlardı.[12] Dünyayla temasa geçmek için gereken kelimelerinizi ne kadar azaltırsanız azaltın, bir ölüye makyaj yapmak gibidir bu.[13] Romanın büyüsü de tam burada sanırım. Karakterlerin iç seslerini birbiriyle konuşturduğunuzda, hakikatin ne olduğunu size fısıldayan bir ses çıkıveriyor içeriden.

Ranciere’nin kurmacanın kıyılarını neden hakikatle ördüğünü söylemiş miydim? Poetika’dan alarak şöyle diyor: “Kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil, rasyonelliğin fazla oluşudur.”[14] Yani hakikatin kapılarını ve pencerelerini açtığınızda, ona biraz nefes aldırdığınızda, hakikat kurmacasına kavuşur, çünkü o kuru rasyonalitesinden birazcık kurtulur. Ursula K. Le Guin’in çuval kuramı dediği şey ya da ritim. Katır kutur bir düzyazının, nasıl dönüşebileceğine dair bir edimdir o ritim. İşte tam da birbiriyle roman boyunca konuşmayan, belki aynı sahnede dahi bir araya gelmemiş o karakterleri okuyucunun konuşturabiliyor olması gibi. Bir cinayetin izini sürmek değil yazarın yaptığı bu yüzden, oraya izini düşürebilmek. Tabii, toplumsal hafızadan ve hakikatten çok da farklı bir yere düşmez bu iz.

“Hafızanın ve deneyimin altında, hayal gücünün ve icatların altında, kelimelerin altında hafızanın, hayal gücünün ve kelimelerin olduğu ritimler vardır. Yazarın işi, bu ritmi hissedecek kadar derinlere inmek ve onun, hafızayı ve hayal gücünü kelimeleri bulmak üzere harekete geçirmesini sağlamaktır.”[15]

Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, hafızanın ve hayal gücünün kelimelerini harekete geçiriyor, üstelik bunu toplumsal ve kişisel bir hafızanın çeperlerinden merkeze doğru taşıyarak yapıyor. Bu taşımanın ne kadar yüklü olduğunu biliyoruz tabii, çamurun içinde yaşadığı için kirlenmek ve kirletmekten korkmayanların geride bıraktığı o yükü ve kiri bildiğimiz gibi.[16] Ama dünyada her zaman inanılacak sağlam bir şeyler bulunur[17], değil mi? Bunun, iyi hikayeyle muhakkak bir bağlantısı da var üstelik. Coetzee söylüyor bunu, hakikat ve kurmacayı deşerken. Çünkü nasıl ki dünyayla insanlar arasındaki o mağlup sınır hep gerçeklere çarpıyor, iyi bir hikâyede de kurmacayla hakikat yer değiştirmiyor da birbirlerini dinliyor. Çünkü süreç kesintisizdir, hikâye kimden dinlediğinize göre hep değişir.[18]

Peki ne olurdu Tahincioğlu suyu bulandırmasaydı? Yani sözde toplumsal mutabakata ulaşmış, ölü komünistin eşkalinin peşine düşmeseydi, ortalığı yine yeniden karıştırmasaydı, ne olurdu? Üstelik Coetzee söylüyor bu ortalığı süt liman bırakma arzusunu. Yani diyor, “O zaman ortada çarpacak bir gerçeklik de kalmazdı.” Arabella yanıtlıyor bunu, “Kendine fazla hizmet eden anlatının zayıflığı, kırılganlığı, kendi koşullarında dağılıp çözülmeye meyillidir.” Sabahattin Ali’yle ilgili dünden bugüne kendine fazla hizmet eden o devlet anlatısının, başlangıç noktasından varış noktasına değin dağılıp çözülmediğini söyleyebilir miyiz? Çünkü biliyoruz, hikayeler anlatıldığı yerde başlamaz, başka hikayelerin devamıdır.[19] Üstelik bu kesintisiz devamlılığa rağmen, biricik olabilme kuvvetini taşır.

Marguerite Duras’ın yazmaya dair söylediği o büyülü cümleyi bilir misiniz? “Yazının başına oturabilmek için kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir.”[20] Bana sorarsanız, Tahincioğlu bu hikâyeyi tam da böyle örüyor. Hiç şüphesiz kendisinden daha güçlü çünkü böylesine bir hikâyeyi yazmaya oturuyor. Tabii ki yazdığı şeyden de daha güçlü, ama hayır hem kişisel hem toplumsal bir yarayı heybesinde taşıyabildiği için değil, o açık yarayı hiçbir ajitasyon diline gereksinmeden sadece edebiyatla ve zarafetle sunabildiği için. Çünkü bizim memlekette, yas biraz açık kalıyor ama açık bir yarayı yazabilince, dünya da insanın yüzüne çarpıyor.


[1] Tahincioğlu, s. 29.

[2] Gökçer Tahincioğlu, Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, İletişim Yayınları, 2023.

[3] Eduardo Galeano, Hikaye Avcısı.

[4] Tahincioğlu, age, s. 11.

[5] Jacques Ranciere, Kurmacanın Kıyıları, Metis Yayınları,

[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/sabahattin-aliyi-kim-oldurdu-haber-1638357

[7] Tahincioğlu, s.142.

[8] Ulus Baker, Sanat ve Arzu Seminerleri -1; https://www.youtube.com/watch?v=CoDZtnpKMcE

[9] Hannah Arendt, Karanlık Zamanlarda İnsanlar, İletişim Yayınları, 2022, s.14.

[10] Nilgün Toker, Karanlıkta Işık Saçmak, Karanlık Zamanlarda İnsanlar içinde.

[11] Tahincioğlu, s.17.

[12] Tahincioğlu, s.23.

[13] Tahincioğlu, s.26-30.

[14] Ranciere, Kurmacanın Kıyıları

[15] Ursula K. Le Guin, Yazma Üzerine Sohbetler, Metis Yayınları, s.22.

[16] Tahincioğlu, s.50.

[17] Sadri Alışık diyeyim…

[18] J. M. Coetzee, Arabella Kurtz, İyi Hikaye, Hakikat, Kurmaca ve Psikoterapi Üzerine Yazışmalar, Can Yayınları, 2023, s.12.

[19] Tahincioğlu, 77.

[20] Marguerite Duras, Yazmak, Can Yayınları, 1997, s.24.