“Senin Aşkın Değil, Failin Olmak da Varmış”
Işıl Kurnaz

Başlıktaki cümleyi duymuş muydunuz? Kanal D’de yayımlanacağı duyurulan Yılmaz Erdoğan’ın İnci Taneleri isimli dizisinin fragmanından.[1] Tabii bu şiir süsü verilmiş cümleyi Yılmaz Erdoğan’ın teatral ve buğulu sesinden dinlediğinizde bir başka etkisi daha oluyor. Mesele duygulara hitap etmekse yani, evet bazılarının duygularına sahiden hitap ediyor. Çünkü duygular orada, kimilerininki bütün bu gürültünün içinde sakin ve derinden ama kimilerininki sürekli tetiklenebilir bir yüzeyselliğin suretinde. Biliyorsunuz, ceza hukuku duygularla fena halde ilgilidir, örneğin haksız tahrik oluveren erkeklerle, pişmanlıklarını kravatlarıyla göstermek zahmetine giren faillerle.

Burada değinmek istediğim, duygulara seslenen, bir fail suretinde hikâye anlatan Yılmaz Erdoğan değil. Faillerin hikayeleri elbette anlatılabilir, edebiyatta, şiirde, sinemada. Üstelik yapılıyor da, mükemmelen yazılmış bir örneğini henüz okumuştuk değil mi? Gökçer Tahincioğlu’nun Sabahattin Ali’nin katilinin hikayesini anlattığı o şahane romanda. Onun, orada çizdiği sınır hala buradaydı: “Ama katille kurbanı ayırt etmediğinde, uğruna mücadele edecek tek bir dünya bile kalmıyor geride.”[2] Yani hikâyenin ne olduğu değil, nasıl anlatıldığıyla ilgili bir mesele sızıyordu bu farktan. Burada bir fark yarası vardı elbette ve Yılmaz Erdoğan’ın fark yarasından sızan şey, toplumsal vasatın ve kadın cinayetlerini duygularla yükleyen romantizminin tehlikesiydi. Çünkü şiir geldiği gibi yazılan değil, bulunan bir şeydir. Ona hiç deşilmemiş, kendisiyle aşındırılmamış, çarpışılmamış olan toplumsal vasatın kendisini meşrulaştıran arabesk ve fragman cümleleriyle yaklaşamazsınız. Eğer böyle yaparsanız, şiiri kaçırırsınız. Edebiyatın ve sözün, sadece söylemek istediklerimizi ifade etmekte kullandığımız bir araç mı, yoksa kendinde bir ritim ve sorumluluk mu olduğuna ilişkin o kadim sorudaki gibi. Halbuki edebiyatı biraz da edebiyat yapan şey, onun sadece araç olmamasıdır. Yazarıyla göstergesi arasındaki o uzaklığın kısa mesafesi değildir edebiyat, kestirme yolu değildir, edebiyat duyulan ve yakalanan bir şeydir.

Yılmaz Erdoğan’ın bu yeni dizisi belki zannettiğimiz gibi kadın cinayetlerini meşrulaştıran bir tonda olmayacak ya da fail olarak fragmanda görülen kişi bir “kader kurbanı” olacak da gerçek katil olmadığını kanıtlamaya koyulacak, haksız yere hüküm giymiş olacak mesela. Bunların hepsi olabilir, hepsi ihtimal dahilinde. Ama meselenin düğüm noktası, senaryo değil. Hikâye nereye evrilirse evrilsin, cümlelerin bir söz yükü vardır ve sözcüklerin de bilinci. Yani sözcükler, öylece kendiliğinden dökülüveren, sorumluluğu insandan alıp kendilerine yükleyebileceğimiz birer kum torbaları değildir. Eğer ilk cümleniz, “senin aşkın değil, failin de olmak varmış” ise, bu bir sorumluluk taşır. Fragmanın konulduğu sosyal medya sitelerindeki yorumları okudunuz mu? Bir tanesi şöyle demiş: “Millet eşlerini kaldırmasın bu filmden sonra.”[3]

Yılmaz Erdoğan’ın politik duruşu, eski şiirleri, sinizmi, siyasal iktidarın mezalimi karşısındaki tavrı bir başka tartışmanın konusu. Antropolog Tayfun Atay, bunu kısa bir şekilde yapıyor[4], Dem Parti Diyarbakır Milletvekili Sevilay Çelenk de aşk ve fail kelimelerini aynı cümlede kullanmanın kadın cinayetleriyle arasındaki korelasyona değiniyor.[5] Aynı zamanda, bir popüler kültür ve magazin figürü de olan, Yılmaz Erdoğan’ın temel meselesi, o dünyaya uzak ve mesafeli görünen tavrına karşın, tam da o dünyanın diliyle konuşuyor olmasıyla ilgili. Bunun politika yokluğuyla muhakkak bir ilgisi var, ana akım medyadaki temsilinde bilinçli olarak politik olmamaya yönelik takınılmış bir tavır bu. Ama siz ne kadar politik olmamak için çabalarsanız çabalayın, cümleleriniz de gelip oraya takılıveriyor işte. Çünkü bu kadar steril kalmanın bir sonucu da sözlerinizin bilincini yitirmesi, artık sadece kuru bir kalabalık haline gelmesi oluyor.

Sözcüklerin bilinci vardır. Bunu Elias Canetti’den öğrenmiştik. Aşkın olmayı, failin olmakla eş bir yerde tuttuğunuzda, onları sanki eşitler arası iki kavrammış gibi aynı cümle içinde bu şekilde kullandığınızda sadece aşkı cinayete bahane eden bir şiddet diline hapsolmuyorsunuz, hem kadın cinayetlerini aşk cinayetleri olarak romantize ediyor oluyorsunuz, hem de toplumsal vasatın o damar damar duygularına hitap edebilmek için sözcüklerinizi bilinçsizleştiriyorsunuz. Edebiyat olduğunu düşündüğünüz bir dili fail haline getiriyor, onu sadece yerleşik nizamın vasatı yapıyorsunuz. Kendisini eleştirenlere söyleyeceği birçok şey olabilir Erdoğan’ın, hikâyenin başka olduğu gibi, failin fail olmadığı gibi, hatta tepkilerin haksız ve aşırı hassasiyet içerdiği gibi. Bir benzerini geçenlerde Zeki Demirkubuz da yapmıştı değil mi? Cinsiyet meselesinin, bize dayatılan liberal bir değer olduğunu söylüyordu.[6] Bunun cinsiyet ideolojisini bize Batı’nın dayattığını söyleyen milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyle bağlantısı oldukça derin tabii ama asıl mesele ne kadınların aşırı alınganlıkları, ne liberal hassasiyetleri. Mesele sadece kadınların hayatları. Çünkü evet, erkekler tam da bu kadınların hem aşkları hem de failleri olmak istiyorlar. O kadınlara kendilerinden başka bir nefes bırakmayacak onları kadar kuşatmak, aşkı böyle kurmak istiyorlar. Bunu görmek için Burçe Bahadır’ın o fail erkeklerin hikayelerini anlattığı kitaba bakabiliriz mesela, Ayizi Kitap’tan. “Ölü Kadınlar Memleketi” Gördünüz mü, faillerin hikayeleri epeydir anlatılıyor zaten. Mesele, kimin ve nasıl anlattığı biraz da.

Yazmak soluk aldığın kadar soluğunu da vermektir. Sözcüklerin bilinci biraz da buradan gelir. Hermann Broch’la ilgili yazıyor Elias Canetti, şöyle diyor: “Çok sayıda yaşama katılabilen yazar, aynı zamanda bu yaşamları tehdit eden tüm ölümlere de katılır. İşte yazarın sayısız ölümlerle dolu olan çağımız karşısındaki direnişi, bundan başka bir şey değildir.”[7] Anaakım medya ve popüler kültürün alkışları için, yazarın direnişini, yazarın içinde bulunduğu çağa karşı direnişini yok saymak, bunu önemsizleştirmekle ilgili bir mesele var bu tartışmaların hepsinde. Bir tür montaj-düşüncenin, düşünceye galabe çalması hali. Ulus Baker’den alıyorum bu montaj-düşünce meselesini.[8] Onun oradaki anlamıyla, metinle gönderge arasındaki o boşluktan sızana bakmak gerektiğini düşünüyorum. Yazarın didaktik, dünyaya bir şeyler öğretmeye çalışan sorumluluğundan değil, sözün bilincinden ve yazarın kamusal sorumluluğundan bahsediyorum. Bana sorarsanız Canetti’nin kastettiği şey de tam olarak buydu. Üç sıfat veriyordu Canetti, yazarlara.[9] Öncelikle özgünlüğün bir isteme dönüştürülmemesi. Çünkü ona göre özgün olmak isteyen, asla özgün olamazdı. Yani bir yazar ya özgündür ya da yazar değildir. İkincisi, çağını özetlemeye yönelik bir istenç ama hiçbir şeyi kolaya almayan, görmezlikten gelmeyen bir çabayla örülü istenç. Üçüncüsü ise çağına karşı çıkması, sadece tekil tekil olaylara değil, çağının özgül kokusuna, yüzüne, yasasına karşı çıkması. Bugün, Yılmaz Erdoğan’ın bize sunduğu bu cümlenin, kendi hacmini epey aşan o gürültüsüyle özgün olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir şeyleri kolaya almadığını? Çağının özgül kokusuna karşı mı çıktığını söyleriz yoksa çağının özgül kokusuna karıştığını ve artık kokusuz bir sözden ibaret olduğunu mu?

Kendini aşındırmayan, kendiyle yüzleşmeyen havasız sözcüklerin bir araya geldiğinde şiir olduğunu, şiiri yakaladığını söylemek mümkün müdür? Sözcüklerin bilinciyle yazarın uğraşı arasındaki en kısa mesafe nerededir? Birini göz ardı edip diğerine ulaşmamızı sağlayacak bir kestirme yol var mıdır? Yani hem sözcüklerim bilinçsiz olsun hem de ben yazar olabileyim diyebilir miyiz? Eğer diyorsak, ona sahiden iyi bir hikâye diyebilir miyiz? Yoksa yazar salt insanlığın bir işlevini mi onaylar burada? Yani yazara alkış tutma işlevini. “İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenlerin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”[10]

Canetti bir kitapta karşılaştığı bir yazarın cümlesinden bahseder. Bir yerde okuduğu cümle şudur: “Gerçekten bir yazar olsaydım, savaşı önleyebilmem gerekirdi.” Bu cümleye öfkelenir, sinirlenir, ne büyük bir cümle olduğunu düşünür, tek bir insan için ne büyük bir cüret. Yani “Ne zannediyor kendini? Tek başına savaşı önleyebileceğini mi düşünüyor?” Bütün bu kızgınlığına karşı, bu meçhul yazarın cümlesini aklından çıkaramaz. Bu cümle günlerce onun peşini bırakmaz. Ve sonra, başlangıçtaki yanlış yorumunu, tuhaflığı fark eder. Her şeyin zafere göre konum aldığı bir çağda, bu yazarın mutlak anlamdaki bir başarısızlığı açığa vuruşunu fark eder. Daha çok bir sorumluluğu, yazarın uğraşı olması gereken kamusal bir sorumluluğu. Artık yazar hakkındaki fikri değişmiştir. Ona göre bu yazar, sözcüğün alışılmış anlamındaki sorumluluktan, kendi sorumluluğundan en az söz edilebilecek olan o yerde, çünkü bir yazar savaşı önleyemez, kendi sorumluluğunu dile getirir.

Çünkü yazar sözcükleri kimi zaman yerinden eder, onları aşındırır, kendisine ve çağına karşı direnirken sözcükleri önce parçalar ve sonra yeniden yerine koyar. Bu Ulus Baker’in yerliliğe karşı otonomiyi savunurken direnmekten asla geri kalmayanlara dair söyledikleri gibi. Yani onun aşındırma denemeleri gibi.[11] Kendini hiç aşındırmamış, sözcüklerini hiç aşındırmamış bir yazarın, yazarı paramparça edebilecek o şeyi yapması mümkün müdür? Yani “sözlerle dile getirilen her şeyin sorumluluğunu üstlenme ve sözün başarısızlığa uğradığı yerde kendini cezalandırma iradesine” sahip olması?[12] Mesele yazarı karşımıza alıp okları ona yöneltmek değil elbette, mesele biraz daha farklı. Çünkü “Nergisten ben sorumluydum/ Işgından ve çocuklardan/ Yanlış mı belledim/ İnsan sorumluluktur”[13]


[1] https://www.youtube.com/watch?v=HoaBkASZYuE

[2] Gökçer Tahincioğlu, Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, İletişim Yayınları, 2023.

[3] https://www.tiktok.com/@bkmonline/video/7313624385510739206 , “taşıyıcı” isimli profil.

[4]Prof. Tayfun Atay: Yılmaz’ın Yılmaz’ı inkârı: https://www.youtube.com/watch?time_continue=9&v=gLlNOR-X6TA&embeds_referring_euri=https%3A%2F%2Ftwitter.com%2F&source_ve_path=MjM4NTE&feature=emb_title

[5] https://twitter.com/SevilayyCelenk/status/1736702185231061186

[6] Bunu biraz daha farklı kelimelerle ifade etmiş olsa da:

https://twitter.com/ZekiDemirkubuz/status/1736760445057241253

[7] Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, Sel Yayınları, s.23.

[8] Ulus Baker, Beyin Ekran, Birikim Yay., Der. Ege Berensel, s.131.

[9] Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, Sel Yayınları, 2017, s.19-23.

[10] Elias Canetti, s.299.

[11] Ulus Baker, Bir Aşındırma Denemesi, Aşındırma Denemeleri, Birikim Yay., 2014, s.199.

[12] Canetti, age, s.302.

[13] Gülten Akın, Savaşı Beklerken