Onarıcı Siyaset
Cuma Çiçek

“Merak etme baba, yüreğimiz bu hücreden büyüktür.”

Yukarıdaki sözler cezaevinde bulunan HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a ait. 2023 yılı içerisinde HDP’nin öne çıkan isimlerinden Gültan Kışanak ve Figen Yüksekdağ’dan sonra Demirtaş da tarif edilmez kayıplardan birini cezaevinde yaşadı. Kışanak ve Yüksekdağ kardeşini, Demirtaş babasını kaybetti.

Türkiye siyasi tutsaklar, sürgünler ülkesi… Tutsaklığın ve sürgünlüğün en ağır olduğu zamanlar herhalde kayıp zamanları. Yasa ortak olamamak, kendi yasına ortak bulamamak…

Sürgün, tutsaklık ve tutulamayan yaslar

Sadece Kürt meselesi bağlamında cezaevinde çeşitli sürelerde kalan insan sayısı 100 binin üstündedir. Bir o kadar da sürgünü deneyimlemiş, hâlâ deneyimleyen insan var. Kürt çatışmasından kaynaklı olarak yaşanan can kayıpları ise resmi rakamlara göre 50 binin üstünde. Nereden baksanız en az 250 bin insanın doğrudan yara aldığı bir toplum. Birinci derece ilişkilerle birlikte düşündüğümüzde sadece 1980 sonrası dönemde Kürt çatışmasından kaynaklı olarak 2,5-3 milyon insan yara almış durumda.

Kürtler tek yaralı cemaat değil elbette. Daha önce bu sayfalarda yazdığım üzere Türkiye “Yaralı Cemaatler” ülkesi. Tam da bundan dolayı yaralı cemaatler sosyo-politik ve sosyo-ekonomik alanın şekillenmesinde en etkili dinamiklerden biri, belki de en etkilisi. Kutuplaştırma siyasetinin bu derece etkili olması da esasında bu yaralarla ilgili. Zira, kutuplaştırma siyaseti toplumsal yaralarımızı açık tutar, çoğu durumda kanatır ve politik mobilizasyonu bunun üzerine kurar. Yaralara dayalı politik mobilizasyon da genellikle etkili olur, ama çoğu durumda başkalarını yıkarak, dökerek, yaralayarak.

Bir adım öteye gidip Türkiye’nin komşu ülkelerin birçoğu gibi yas toplumlarından oluştuğunu söyleyebiliriz. Herhalde bundan olacak, mutlu olduğumuz günlerden daha fazla yaslarımıza, yas günlerine önem veririz. Örneğin, Kürtler arasında düğüne gitmemeniz tolere edilebilir. Ancak taziyeye gitmemeniz unutulmaz. Taziyeye gelmeyen, yasa ortak olmayanlar için söylenen şu söz yas toplumunu iyi özetler: Ê ku nehatiye şînê bang dike! Yani, yasa gelmeyenin yokluğu haykırır! Sürgünün, tutsaklığın yasa katılmaktan alıkoyduğu insanların yoklukları haykırıyor! 

Bir kolektif eylem olarak yas tutma kaybı kabullenmeyi, bu kayıpla yüzleşmeyi ve onunla yaşayabilmeyi kolaylaştırır. Zira, tutulamayan yas geleceği karartır. Evlat kaybı böyle bir yastır, tutulamaz. Evladını kaybeden anne-babalar çoğu durumda geleceklerini kaybederler ve bundan dolayı da çok nadir iyileşirler.

Onarıcı siyaset

Türkiye gibi sosyal çatışmaların yoğun olduğu toplumlarda barış nasıl sağlanır? Çatışma çözümü ve barış inşası alanında yapılan çalışmalarda öne çıkan kavramlardan biri “onarıcı adalet”.

Suçun temeline inmeden “suça” ve faile yaptırım uygulamaya odaklanan “cezalandırıcı adaletten” farklı olarak “onarıcı adalet” “yaralanana” odaklanır, onları görünür, seslerini duyulur kılar. Mağduriyeti gidermeyi, yarayı tanımayı, telafi etmeyi, sorumluluk yüklemeyi, affetmeyi içerir. Suçun nedenlerine inmeye olanak tanıyan bir toplumsal katılımı ve müzakereyi teşvik eder ve bu anlamda toplumsal dönüşüm potansiyeli taşır.

İyi örnekleri az olsa da ders alınabilecek yerler var. Güney Afrika’da kurulan “Hakikat ve Uzlaşı Komisyonu”; Kamboçya’daki Soykırımı Soruşturma Ofisi, Olağanüstü Mahkemeler, Kadın Duruşmaları ve Soykırım Müzesi; Nepal’deki Barış ve Yeniden İnşa Bakanlığı, Guatemala’daki Tarihi Açıklığa Kavuşturma Komisyonu onarıcı adalet konusunda ders alınabilecek örnekler.

Onarıcı adalet için “onarıcı siyasete” ihtiyaç var. Neyi kastediyorum?

Bu yazıyı yazmama vesile olan klinik psikolog Becky Kennedy “En Önemli Ebeveynlik Stratejisi” başlıklı konuşmasında bir anne ve oğlu arasında geçen, yemekten kaynaklı bir tartışma gibi her evde görülebilecek bir örnekten yola çıkarak kişisel ilişkilerde onarımın gücünü ve etkisini anlatıyor. Kennedy’ye göre ebeveynlerin tamamı çocuklarına bağırır, asıl sorun sonrasındaki onarıma odaklanmak ve onarımda başarılı olmak. Kennedy’nin aktardığı kişisel örnek şu:

Pazar gecesi, mutfağımdayım. Ailem için yemek yapmayı henüz bitirdim ve çok gerginim. Yani, yorgunum, çok iyi uyuyamıyordum. Gelecek iş haftası hakkında endişeliyim, yapılacaklar listemdeki tamamlanmayan şeyler yüzünden bunalmışım. Ardından oğlum mutfağa geliyor. Masaya bakıyor ve mızmızlanıyor, “Yine mi tavuk! İğrenç.”

Ve işte. Çıldırdım. Ona bakıyorum ve bağırıyorum, “Neyin var senin? Hayatındaki tek bir şey için minnettar olabilir misin?” Her şey daha kötüye gidiyor. “Senden nefret ediyorum.” diye bağırıyor. Odadan hızla çıkıyor ve odasının kapısını çarpıyor. Ve şimdi, kendime “Benim sorunum ne? Oğlumu sonsuza kadar mahvettim.” derken kendimden tiksinme seansım başlıyor.

Klinik psikolog, onarım için üç adım öneriyor: olan şeye isim vermek, sorumluluk almak ve bir sonraki sefer neyi farklı yapacağını belirtmek. Örneğinde sunduğu çözüm ise şu:

“Hey. Geçen gece mutfakta olanlar hakkında düşünüp duruyorum. Bağırdığım için özür dilerim. Eminim korkunç hissettirmiştir. Ve bu senin hatan değildi. Sinirliyken bile sakin kalmaya çalışıyorum.” 15 saniyelik bir girişimin ömür boyu bir etkisi olabilir. Çocuğumun kendini suçlama hikayesini özgüven, güven ve ilişki hikayesiyle değiştirdim. 

Kötü onarım girişimleri için ise şu örnekleri veriyor:

“Hey, mutfakta sana bağırdığım için üzgünüm, ama eğer yemek hakkında şikâyet etmeseydin, bu yaşanmazdı.”

“Hayatındaki şeyler için gerçekten şükretmen gerektiğini biliyorsun, ev yemekleri gibi. O zaman bağırılmazsın.”

Kennedy’ye göre bu tür girişimler tepkinin nedeninin çocuk olduğunu ima eder ve sadece çocukla yeniden bağ kurmanızı zorlaştırmaz ama aynı zamanda çocukta suçluluk hissi yaratır.

Johan Galtung’un Çatışmaları Aşarak Dönüştürmek adlı kitabında gösterdiği üzere, anne ve çocuğu arasında geçen bu tartışma/çatışma vakasını ölçek büyüterek farklı toplumsal çatışmalara, bazen devletler arası çatışmalara uyarlamak mümkün. Çoğu zaman karmaşık görünen toplumsal sorunların çözümü bazen buradaki üç adım kadar yalın olabilir.

Onarıcı siyaseti bu üç yalın bileşen üzerinden tanımlamak mümkün bu anlamda. İlk adım tanıma. Türkiye’de farklı alanlarda farklı grupların yaralarını tanıma, bu yaraları ortaya çıkaran süreçleri mazeret aramadan, suçu başkalarına atmadan tanımlama ve adını koyma onarıcı siyasetin başlangıç noktası.  

Sorumluluk alma ikinci adım. Farklı toplumsal grupların farklı derinliklerde yaraları var. Burada mesele her yarada yarayı açan aktörlerin sorumluluklarını kabullenmesi. Kuşkusuz yaralar, yara sahipleri ve aktörler meselesini konuştuğumuzda ilk akla gelen mesele eşitsiz güç ilişkileri. En zayıf gruplar bile yara açma konusunda masum olmasa da asıl sorumluluk sahibi aktörler eşitsiz güç ilişkilerinin güçlü olan tarafı. Bununla birlikte sorumluluğu kabul eden onarıcı siyasetlerin birbirini etkileme ve güçlendirme potansiyeli göz ardı edilmemeli.

Son adım kırılma; yani geçmişin inşa ettiği patikalardan sapma, geçmişten farklı bir yol sunma, bir gelecek ufku inşa etme. Herhalde toplum olarak en fazla tıkandığımız nokta burası. Türkiye’de muhalefet eksikliği tartışmaları da temelinde bu meseleye gönderme yapıyor. Zira kırılma öneren, yeni bir yol öneren aktörler varla yok arasındalar.

Tabii burada mesele tek başına siyasi mahallelerden birinin ya da birkaçının yeni bir söz kurma ve yeni bir yol önermesi meselesi değil. Her bir siyasi mahallede de yeni sözler kurma, yeni yollar sunma potansiyeli zayıf. Türkiye’nin uzayan siyasi ve iktisadi krizi biraz da bunun göstergesi.

Türkiye’de sınıf, din/mezhep, etnisite/ulus, toplumsal cinsiyet gibi farklı fay hatları üzerinden oluşan yaraların birçoğunda bu üçlü mekanizmayı içeren bir onarıcı siyaset yeni bir yol açabilir. Toplum olarak geleceğimizi bu yaraları onarabildiğimiz ölçüde kurabileceğiz. Bunun için de her şeyden önce onarıcı siyasete, siyasetlere ihtiyacımız var. Siyasi mahallelerimiz farklı olabilir, ama ortak bir gelecek ufku için onarıcı siyaset ortak paydamız olabilir.