Psikanaliz, Psikiyatri, Felsefe (5)
Erdoğan Özmen

“Bu bilinçdışı karşıtları, hiçbir zaman hipnoz-sonrası telkinin etkilerine tanık olmamışlar ve onlara hipnotize edilmemiş nevrotiklerle yaptığım analizlerden örnekler gösterdiğimde de büyük şaşkınlıklara kapılmışlardır. Bilinçdışının gerçekten bilmediğimiz ama zorlayıcı çıkarımlarla temin etmeye mecbur bırakıldığımız şeyler olduğu fikrini hiçbir zaman kavrayamamışlardır; onu, bilinçli hale gelme kapasitesi olan ama o anda üzerinde düşünülmemiş, “dikkatin odak noktasını” ele geçirmemiş bir şey olarak anlamışlardır. Kendi rüyalarından birini analiz ederek zihinlerinde bunun gibi bilinçdışı düşüncelerin varlığı hakkında kendilerini inandırmaya bile çabalamamışlar ve bunu onlarla birlikte yapmaya giriştiğimde ise yalnızca kendi çağrışımlarını şaşkınlık ve kafa karışıklığı ile karşılamışlardır. “Bilinçdışı”nı kabul etmenin önüne köklü duygusal dirençlerin dikildiği ve bunların, hiç kimsenin kendi bilinçdışını bilmek istememesi olgusuna dayandığı, en geçerli planın da o olasılığı tümden inkar etmek olduğu şeklinde bir izlenim edinmiş bulunuyorum.”[1]

Psikanaliz, “ham materyalizm ile psikolojik idealizm” arasında sıkışmaktan kurtularak o seçenekleri materyalist bir zeminde aşmamıza imkan sağlayan bir konuma sahiptir, diyorduk. Psikanalizin kuruluşuna yol açan şeyden/süreçten söz etmek bu. Psikanaliz tam da o aşma eyleminin içerik ve niteliklerine yönelik meraktan, bunun araçlarını ve mekanizmalarını tasarlamaya çalışmaktan, “ham materyalizm ile psikolojik idealizmi” aşarak üçüncü bir konum yaratmanın koşul ve imkanları üzerine derinlemesine düşünmekten doğmamış mıdır? Başlangıçtan itibaren inatla ve sabırla sürdürülen bu arayışın; yani, bedensel ya da fiziksel/biyolojik olanın aynı zamanda zihinsel/ruhsal olduğu, bu iki alanın tam manasıyla örtüştüğü varsayımının tetiklediği hareketin ürünüdür psikanaliz.   

Bağrında taşıdığı potansiyeller, çatışmalar, gerilimler ve imkanlar uyarınca mevcut gerçekliğin/durumun kıyasıya analiz edilmesi, böylece mevcut gerçeklik ile, analizi hem mümkün kılan araç hem de onun sonucu olan teorik/kavramsal gövde  arasındaki sınırların geriletilmesi ve daha geçirgen yapılması, giderek aşılması, demek yeni bir gerçeklik yapısı ve kavrayışına ulaşılması… Psikanaliz pratiğinin aynı zamanda bir felsefe pratiğine dönüştüğü zemindir bu.  

Psikanalizin sorduğu en temel sorulardan birisi şudur: Kişi neden bazı şeyleri mütemadiyen tekrar edip durmakta, bir şeylere habire dönüp durmaktan kendini alamamaktadır? Bunun gerisinde eksiksiz ve kesin açıklamalar bulma, içinde yüzdüğümüz anlam denizinde kalıcı sabitlik noktaları yaratma ve anlam bolluğuna setler çekme ve böylece huzursuz zihnimizin soluklanacağı bir sığınak inşa etme özlemi vardır. En nihayetinde kayıp halkaya/şeye kavuşarak, kopmuş gümüş teli tamir ederek tatmin olma beklentisidir bu.  Ruhun ızdırabının dineceği ve huzur bulacağı, eksiğin/boşluğun varlığını geçersiz kılma beklentisi. Görünür ile örtük arasındaki indirgenemez aralığı iptal etme çabasını asla bırakmadan devam etme, ilerleme sebatı. O eşsiz ısrar.

Başlangıçtan itibaren “yetişkin dünyasıyla karşı karşıya kalan dilsiz çocuk”, kendisine iletilen ve kaçınılmaz olarak bilinçdışı anlamlarla yüklü olan mesajları yorumlamaya, anlamaya, açıklamaya çalıştıkça çoktan onların pençesine düşmüş durumdadır. Daima aşırı, daima esrarengiz, daima gizemli, daima sindirilemez ve içerilemez olan bu fazlalık karşısında hem büyülenmiş, tuzağa düşmüş hem de tam manasıyla çaresiz ve savunmasızızdır. “Bilinçdışımız söz konusu esrarengiz mesajlara dair bir yorumlama atığı” olarak, anlayışımızdan kaçan ve bastırılan artık olarak kurulur.

“Bilinçdışı bu artığı hesaba katarak yorumlar, bu artığa göre yorumlar. Bilinçdışının kuruluşu, gerçekten de belli bir (“bilinçli”) yorumun meydana gelmesine, yani ötekinin esrarengiz mesajına getirilen belli bir çözüme denk düşüyorsa bile, bilinçdışının basitçe dışarıda bırakılan (ve yorumumuza dahil edilmeyen) şey olduğu anlamına gelmez bu; bilinçdışı daha ziyade (bilinçli yorum tamamlandıktan sonra) yorumlamaya devam eden şeydir. Daha doğrusu, ancak esrarengiz mesaja dair belli bir anlayış üretildikten sonra yorumlamaya başlayan şeydir. Çünkü yorumladığı şey, kestirmeden söylersek, tam da verili yorum ile artığı arasındaki ilişkidir.”[2]   

Cinsellik ve Başarısız Mutlak” adlı kitabında “Kısacası, idealizmin son noktası Freud’un “serbest çağrışım” adını verdiği pratikle örtüşür” dedikten sonra Zizek, Rebecca Comay ve Frank Ruda’nın “The Dash -The Other Side of Absolute Knowing” adlı kitabından şu pasajı aktarır:

“Okurundan tam anlamıyla psikanalitik bir tavır bekler Hegel. Analizin “temel kuralı” -o asap bozucu “serbest” konuşma yükümlülüğü, akla ne gelirse, ne “düşerse” (einfalle) onu, seçmeden, atlamadan, bağlantı, sıra, usturupluluk, yerindelik gözetmeden iletme yükümlülüğü- ile eşdeğerdir mutlak yöntem. Trende seyahat eden bir yolcu misali (Freud’un kendi kurduğu, biraz Proust’u anımsatan analoji) önünüzden gelip geçen zihinsel manzarayı, sırf “bakarak” (reine Zusehen), yargıyı askıya alarak, anlama ve açıklamayı başka bir güne (ya da başka birine) bırakarak, sadece “önünüzde duranı alarak (aufzunehmen, was vorhanden ist)” bildirmeniz gerekiyordur.”[3]

Daha sonra şunları ekler Zizek:

 “…Hegel Hegel olduğunda (Jena yıllarında) uzun süren, ağır bir depresyon geçirmiştir: Hegel için filozof haline gelmek sadece bilgi meselesi değildir, derinlemesine bir öznel başkalaşım (subjective mutation) içerir. Bundan dolayı gerçek felsefe “teorik psikanaliz”dir bir nevi: Bir tür üniversite söylemi değil varoluşsal bir karardır; Lacan’ın analitik tedavinin doğurduğu son başkalaşım (final mutation) (yani fantazinin kat edilmesi) diye tanımladığı uğrağın teori yoluyla gerçekleşmesidir.”[4]

“Gerçek felsefe teorik psikanalizdir” ya da psikanaliz pratiği felsefi/teorik problemlerin yer aldığı, canlandığı bir sahnedir.


[1] Freud. SE VIII, s. 162.

[2] Alenka Zupancic, Neden Psikanaliz, Çev. Barış Engin Aksoy, Metis, 2010, s. 44-5.

[3] S. Zizek, Cinsellik ve Başarısız Mutlak, Çev. Barış Engin Aksoy, Kolektif Kitap, 2023, s. 112.

[4] A.g.y., s. 114.