Allah’ın Boyası Altının Sarısına Karşı
Derviş Aydın Akkoç

                                     “Madenlere lanet olsun!”[1]

Bakara suresinin, hatta belki de bütün bir kitabın gerilimi en yüksek ayetlerinden biri: “Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimmiş?” Siyaseten yoğun bir itirazın, estetik açıdan bir muhatap arayışının, iddialı bir meydan okuyuşun yankılandığı bir söz bu. Bu müstesna sözü salt bir “güzellik” meselesi olarak yorumlamak mecaz ve hakikat arasındaki ilişkide mecazı baş tacı edip hakikati ve bağlamı unutmak demektir. Nitekim Cevherî’den Mâtürîdî’ye kadar İslam mütefekkirlerinin büyük bir çoğunluğu sıbgatu’llah (Allah’ın boyası, rengi) terkibini derhal “Allah’ın dini, hilkati” yahut da “iman,” “ruhsal arınma” veya “fıtrî temizlik” gibi kelime ve çağrışımlarla sabitleme yoluna gitmişlerdir. “Güzellik” etrafında öne sürülen yorum ve düşünceler sözün politik yükünü olduğu kadar tarihsel bağlamını da hafifletmiş, dahası sözün asli muhatabını (daha güzel boyası olan varlıkları) ise iyice görünmez kılmışlardır. Teoloji sahasındaki hiçbir yorum ve yönelim sınıf bağlamından, mülkiyet düzeninden, iktidar ilişkilerinden azade değildir. Bu itibarla, Allah’ın boyasının ne olduğuna ilişkin sonu gelmeyen mülahaza ve yorumlar, o boyadan “daha güzel” olma iddiasındaki muhtelif boya imge ve figürlerini tartışma dışı bırakmıştır. Estetiğin temel kategorilerinden olan “güzeli” kendi negatif çarpanlarından, somut toplumsal kaynaklarından, siyasal içeriklerinden bağımsız düşünmek güzele hasar vermenin yanı sıra, estetik ifadedeki politik titreşimleri, çatışma dinamiklerini de hasıraltı eder. Güzellik iddiası tepeden tırnağa siyasal bir iddiadır; söz konusu ifadede ise bu iddia bir derece ve üstünlük vurgusuyla “daha güzel” olanın kim olduğu bahsinde açığa çıkar: soru bir kez öne sürüldüğüne göre demek ortada daha güzel olduğu iddiasında olan bir şey vardır. “Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimmiş?” sözünde imge ve düşünce, hakikat ve hurafe, zenginlik ve kelam arasındaki ezeli bir çekişmenin, henüz sonuca bağlanmamış çatışmalı bir gerilimin nabzı atar: Allah’ın rengi başka hiçbir şeyin değil ama öncelikle altının rengiyle savaşım halindedir. Arapça bakara kelimesinin, yani “altın buzağı”nın sapsarı ve parıldayan rengi –yorumcuların pek görmek istemedikleri– “kimmiş” itirazının başlıca failidir:

“Musa ile kırk gece için sözleştiğimizi, sonra Musa’nın ardından buzağıya tapınarak nasıl zalimlik ettiğinizi hatırlayın. (…) Hani bir zamanlar dağı şahit tutarak sizden söz almıştık; ‘verdiklerimize bütün gücünüzle sarılın ve dinleyin!’ demiştik. ‘Kulak verdik ve isyan ettik!’ dediler. İnkârları sebebiyle içlerini buzağı sevgisi kapladı.”[2]    

Altına tapmak, onu sevmek zalimliktir, zulüm Kur’an’da siyasal bir rejim olarak zorbalığı doğurur, zorbalıksa ölümden beterdir, zira hakikati değil, evvela adaleti tahrip eder, adaletteki bu tahribat da toplumsal ilişkileri yozlaştırır, ahlakın ve etiğin çanına ot tıkar. Bununla birlikte, Kur’an’da para genel anlamıyla hırsın ve açgözlülüğün sembolüdür, altınsa baştan çıkmış bir sevgi (buzağı sevgisi) olarak tarif edilir ve kıyasıya eleştirilir, olası bir tapınma rakibi olarak paradan daha yoğun bir anlama sahiptir altın. Paranın Tanrı dışında bir başka ilahi odak olarak belirmesi için bir ara halka olarak Hz. İsa’yı beklemek gerekecektir: “İki efendiye [paraya ve Tanrı’ya] aynı anda kulluk edemezsiniz.” Altın Allah’ın makamına göz diken emsalsiz bir maden, çoktan kişilik kazanmış mitolojik ve manyetik bir maddedir; bir tür kamaşma, büyülenme halini ifade eder: bu kamaşma teolojik bir felaketin de habercisidir, yürekleri kaplayan altın sevgisi her an altına tapmaya, onu ilah katına çıkarmaya varabilir, ki çoğun varmıştır da... Bakanlara haz veren, parıltılarıyla kendinden geçiren, kalıcılığı ve nadirliğiyle sonsuzluğu ve güneşi imleyen altın sadece İslam değil, Yahudi teolojisinin de baş belasıdır. Hicretin ikinci yılında nazil olan Bakara suresi esas itibariyle Tevrat menşeli bir kök-hadisenin eleştirel ve radikal bir yorumudur. Tevrat’taki anlatımıyla dökme altından yapılmış bir buzağıya tapınma onca felaketten sağ çıkan bir halkın trajik mağlubiyetine tekabül eder; altına yönelme “Mısır’dan Çıkış” bölümünün dramatik kırılma momentidir; Hz. Musa sözleşme için Sina Dağı’na çekildiğinde lidersiz kalan “inatçı” ahali tapınacak, kurban sunacak bir ilaha yakıcı bir ihtiyaç duyar:

“Halk Musa’nın dağdan inmediğini, geciktiğini görünce Harun’un çevresine toplandı. Ona, ‘Kalk, bize öncülük edecek bir ilah yap’ dediler. ‘Bizi Mısır’dan çıkaran adama, Musa’ya ne olduğunu bilmiyoruz.’ Harun, ‘Karılarınızın, oğullarınızın, kızlarınızın kulağındaki altın küpeleri çıkarıp bana getirin,’ dedi. Herkes kulağındaki küpeyi çıkarıp Harun’a getirdi. Harun altınları topladı, oymacı aletiyle buzağı biçiminde dökme bir put yaptı. Halk, ‘Ey İsrailliler, sizi Mısır’dan çıkaran Tanrınız budur!’ dedi. (…) RAB Musa’ya, ‘Aşağı in’, dedi. Mısır’dan çıkardığın halkın baştan çıktı.”[3

Altının şekil verilerek, suret kazandırılarak bir puta dönüştürülmesi: semavi dinlerin put karşıtlığının temelini oluşturur bu. Arkaik zamanlardan kalma bir maden olan altın bir sonsuzluk imgesi olarak putların şahikasıdır; rengi –boyası- diğer renkleri bastırır, tali hale getirir; altın ilahi söylem ve kaideleri krize sürükler, aklın çivilerini söker, sessiz haşmetiyle güç ve iktidar cezbi yaratır, inanç sahiplerini yolundan eder, imanı bozguna uğratır, halkları birbirine düşürür. Halkının altın buzağıya taptığını gören, hiddetten gözü dönen Hz. Musa dağdan inerken yanında getirdiği, Tanrı’nın söz ve emirlerinin yer aldığı taş levhaları dağın eteğinde parçalar. Tanrı’nın sözlerini parçalayan, tuzla buz eden altın... Altındaki bu yıkıcı enerji, daha doğrusu nitelikleri karşıtına dönüştürme kapasitesi hususunda Shakespeare taşı gediğine koyar: karayı ak, ihtiyarı genç eden “bu sarı köle din de kurar, din de bozar…” Hz. Musa kırk gün ortada görünmeyince o vakte değin kurulmaya çalışılan tüm değerler tepetaklak olur: sarı köle dinin altını üstüne getirir. Bu potansiyel tehdit seküler versiyonları da dahil bütün dinsel sistemler için hâlâ geçerlidir. Hülasa Hz. Musa özelinde dağda geçirilen günlerin, harf düşürme, sesi söze dönüştürme, ve nihayet dağınık bir kitleyi siyasallaştırma ve Yasa’nın etrafında toplama zahmetinin altın sevgisinden ötürü heba oluşu: bir bedeli vardır ama bunun. Öfkesiyle meşhur Hz. Musa “yaptıkları buzağıyı alıp yaktı, toz haline gelinceye dek ezdi, sonra suya serperek İsraillilere içirdi.”     

***

Geçmişin altınla beslenen tanrılarından farklı olarak Kur’an’daki Allah altınla beslenmez, altına yahut başka bir dünyevi değer ölçütüne tamah etmez, ihtişamı varlığının tecellisi olarak yalnızca sözüdür. Diğer ilahlarla kıyaslandığında onun en ayırıcı niteliklerinden biridir bu. Altın sevgisi ya da para tutkusu: bunlar göklerin ve yerin egemenliğinin sahibi olduğunu iddia eden Allah’ın esas muarızlarıdır. Kim ne derse desin tarihsel süreç göz önüne alındığında altının rengi Allah’ın boyasına şimdilik galebe çalmış; “sarı köle” dini yıkmamıştır belki ama muktedirler eliyle onu kalbura çevirmiş, karşıtına dönüştürmüştür. Bu hüzünlü fasılda ise ne olmuşsa ezilen geniş kitlelere olmuştur. Allah’ın çoktan unutulmuş adlarından biri “şekil verenlerin en güzeli” olarak “halk”tır: altın aşkıyla, para tutulmasıyla tahrip olan, eksilen, madenlerde, tersanelerde ölen, harcanan halk…4

***

Kur’an’da servet düşkünlüğünün, mülkiyet azgınlığının, güç ve ihtişam açlığının sorumluları sanılanın aksine dışarıdan değil, tam aksine içeridendir, iman maskesiyle cirit atan, “kendi şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında” ise altının rengine tapan, yalnızca kendi konumlarını meşrulaştıran yorumlara cevaz veren muktedirler kastı, iktidar ve itibar kafilesi... “O çok sevdiğiniz servetiniz,” diyerek konuşan Kur’an daha başlangıçtan itibaren içeriden nüksederek kendi sözünün çarpıtılmasına, tahrif edilmesine, daha da vahimi ise ticarete dökülmesine karşı teyakkuz halindedir, şu türden keskin çıkışlar mesela: “Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizleyip, onu az bir pahaya satanlar var ya!” veyahut “para hırsıyla kendi yazdıklarını ‘bu Allah’tandır,’ diye sunanların vay haline!” Yalnızca dün değil, bugün de teolojinin tasarrufundaki her söze bir kılıf bulunur: pazarda “az bir pahayla” satılan, altının ya da paranın diline tercüme edilen, şirketler hukukuna uygun hale getirilen, ezcümle sermayenin kıyafetleriyle vitrinlere çıkarılan ve karşılığında yüksek meblağların kazanıldığı ilahi sözler…

***

“Altın cehennemdir,” diyordu Melih Cevdet Anday, bu cehennem çoklarını daha yaşarken yakıp kavurmuş, akıllarını ve yüreklerini sarartmıştır:

“Tanrılara öykünen zenginler, altın tabaklarda yemek yemeyi sevdiler. Altınla akıl, birbirlerini yerlerdi. Bunu anladıkları için tanrılar altın çağından demir çağına geçtiler. Bir zengine kızarlarsa, onun her tuttuğunu altın eylerlerdi. Böylece bu göz alıcı madeni, bir işkence aracı durumuna soktular. Yalnız altınla kalan insan çıldırıyordu. (Ah, başka bir akıl gerekliydi!) Bu ışın, yedi rengi yok ederek tüm dünyayı ateşe veriyordu. Şeyh Bedreddin’in düşünde gördüğü cehennem, altından başka bir şey değildi. Gerçekte ise, düş ve altın bir hamurdan yapılmadır, insanoğlu, düşlerine egemen olabilseydi cehennem kalmayacaktı. Tanrıların altın tabaklarda yedikleri ambroisa ve altın kupalarda içtikleri nektar onları zehirledi, yok etti.”5  

Kendi zehirlenmeleri yetmezmiş gibi cümle varlığı zehirleyenlerin altın kupalarda içecekleri nektar ya da altın tabaklarda yiyecekleri meyveler uğruna ne çok zulüm ve talan. Kapitalist dünyanın tanrılara özenen zenginleri, burjuvazinin ışıltı aşkı, ebedmüddet iktidar olma sevdası; süsü, takısı, ziyneti, din yorumcuları, hukukçuları, sanatçıları, şirket sözcüleri ve siyasetçileriyle kendi yok oluş kâbuslarını başkalarına düş, cehennem korkularını ise cennet arzusu diye pazarlayanlar: ama insan –şairin dediği gibi– daima “başka bir aklın” da talibidir…


[1] İliç’te, yeğeni göçük altında olan Ahmet Öz’ün ifadesi.

[2] Yaşayan Kur’an, Türkçe Meal Metinli, haz.: İhsan Eliaçık, İstanbul: İnşa Yayınları, 2011. Eliaçık’ın bu çeviri versiyonu yanlış hatırlamıyorsam geçenlerde toplatılmış, böylece Kur’an da yasaklı kitaplar arasına girmişti, ne söylenebilir ki?

[3] Kutsal Kitap: Tevrat, Zebur, İncil, İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi, 2014. Tevrat’ta altınla ilişki ikircikli bir yapıya sahiptir, altın buzağıya kızan RAB mevzu kendi konumu olduğunda daha toleranslıdır, sözgelimi Hz. Musa’dan “akasya ağacından” bir “sandık” yapmasını ister, Tanrı’nın emirlerinin yer aldığı levhalar “saf altından” yapılmış bu sandığa konularak muhafaza edilecektir; keza sandığın üzerine yerleştirilecek “Bağışlanma Kapağı” da dökme altından yapılacaktır; Mısır’dan çıkarken komşularınızın “altınlarını soyun” demiş olmasını ise “ganimet hukuku” diyerek bir yana bırakalım.

[4] Kapitalizmin bir din olduğunu öne sürüyordu Walter Benjamin. Reel İslam da bu kapitalizm dinin yörüngesine çekilmiş vaziyettedir. Dünyanın ve varlığın sonu tahayyül edilir de bu kapitalizmin sonu tahayyül edilmez; Benjamin’e göre, günah ve kefaret ilişkisini suç ve borçluluk ilişki olarak yeniden kodlayan, “bir din olarak kapitalizmin” tanrısı paradır, banknotlarsa bu dinin oraya buraya saçılan ayetleridir. Bu dinin zulme maruz kalanlarıysa geçmişin kölelerini andırır tarzdaki varoluşlarıyla çağda proletarya, sömürülen emekçiler, hâsılı çalkalanıp durulan halktır...

[5] Melih Cevdet Anday, “Öğle Uykusundan Uyanırken”, Sözcükler, İstanbul: Everest Yayınları, 2021.