Otokratik Rejimin İstikrarı: Aşırı Siyasallaşma ve Siyasetsizleşme
Ahmet İnsel

Birikim’in Şubat-Mart 2024 sayısı (sayı 418-419) yerel yönetimler konusunun ele alındığı yazılardan oluşan bir derleme kitap niteliğinde. Türkiye’de yerel yönetimlerin yönetim sorunlarını, yerel siyasetin niteliğini,  merkez ve yerel ilişkisinin dönüşümünü ve işleyişini klinik vaka titizliğiyle inceleyen yazı ve söyleşiler, 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerin arka planına çiğ bir ışık tutuyorlar. Bu yazı ve söyleşilerin bir kısmı siyasallaşma ve siyasetsizleşmenin birbirini besleyen ve tamamlayan niteliklerine işaret ediyor. Genel seçimler ve ulusal siyaset alanında da geçerli olan bu ikili dinamik, yerel seçimler öncesinde çok daha belirgin biçimde kendini gösteriyor.

Funda Dörtkaş ve Tanıl Bora dosyanın sunuş yazısında, “siyasetin hep ‘bir sonraki seçimin’ eşiğinde belirlenmesi, hararetli bir siyasallaşma manzarasının gerisinde, siyasetin alanının alabildiğine daralmasına yol açmıyor mu?” sorusunu sorarak, otoriter rejimlerin bu kronik sorununa işaret ediyor. Bu elbette yalnız Türkiye’de yürürlükte olan otokratik rejime özgü bir durum değil. Johannes Gerschewski, aşırı siyasallaştırma ve siyasetsizleştirmenin otokratik rejimlerin sürekliliğini sağlayan etmenler arasında en ön sırada yer aldığını, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Doğu Asya’da yaşanan 45 otokratik rejim dönemini incelediği Otokratik Yönetimlerin İki Mantığı[1] başlıklı kitabında gösteriyor.

Elitler ve halk ya da elitler ve seçmenler ikiliğine kültürel kamplaşma dinamiklerini yükleyip besleyerek, iktidar olduklarında toplumsal kutuplaşmayı toplum olma halinin fiilen ortadan kalkması raddesine kadar getiren popülist otoriter siyasal hareketler, siyaseti siyasetsizleştirmek için günümüzde seçimleri siyasetin tek varlık momenti haline getiriyorlar.  Ulaş Tol’un dosyada yer alan yazısında belirttiği gibi, siyaset, kutuplaştırma yoluyla, “tek odağı seçimler haline gelen, seçmeni etkileme alanı rejim ve yönetim değişikliği ümidi veya kaygısı olan, liderliğin ve siyasi iletişimin belirleyici olduğu bir alana” dönüşüyor. Her zaman ve her yerde iktidarı sürekli elde tutmayı yüzde yüz sağlamayan ama büyük çoğunlukla uzun süre etkili olabilen bir siyasal yöntem bu. Yerelden genele her şeyin ve en başta etnik, dinî ve kültürel kimliklerin politikleşmesiyle siyasi alan çok genişler gibi gözükürken, aslında son derece daralıyor. Siyasal tercihler kemikleşiyor. Yönetimin somut başarı veya başarısızlıkları seçmen tercihlerinde belirleyici olma niteliğini kaybediyorlar. Aşırı politikleşmenin yarattığı siyasetsizleşme veya apolitikleşme, kimi yerde seçimlere katılımın giderek azalmasıyla kendini gösteriyor, kimi yerde ise katılımın çok yüksek olmasına rağmen iki tarafın destekçilerinin seçimin sonucunu bir hayat memat meselesi olarak algıladıkları, bir tür iç savaş türevi olarak yaşanmasına neden oluyor. Siyasi olan görece özerkliğini yitiriyor. Siyaset, liderin belirlediği konuların ve buna karşı tepkilerin aşırı siyasallaştığı yüzer-gezer bir alana dönüşüyor. Seçimler de otoriter yönetimin hizmetinde siyaseti sığlaştırmanın bir aracı oluyorlar. Seçimli otokrasi kavramının son dönemde günümüz otokratik rejimleri ve bunların önde gelen örneklerinden biri olan Erdoğanizm’i tanımlamak için rağbet bulmasının arkasında bu aşırı siyasallaşma-siyasetsizleşme ikili dinamiği de yatıyor.

Ne var ki bu tespitler,  rejimin açık diktatörlüğe, tek parti sistemine dönüşmediği Türkiye’deki gibi otokrasilerde genel ve yerel seçimlerin stratejik önemini bütünüyle kaybettiği anlamına gelmiyor.[2] Seçimler, iktidarın meşruiyetini tazeleme ihtiyacını karşılamasının yanında, onu destekleyen kitleyi diri tutabilmesini sağlıyor. Karşı kutupta yer alan toplumsal kesimlerin seçimden seçime sahneye konan demokrasi gösterisi içinde pasifize edilmesini kolaylaştırıyor. Toplumun sürekli diken üstünde, her şeyden şüphelenen ve korkan bir patolojik ruh hali içinde seçimin yegâne çare olarak görülmesini sağlıyor. Bu durum hak ve özgürlüklerin büyük ölçüde yürürlükte olmadığı, demokratik olmayan bir ortamda yapılsa da, seçimlerin belli başlı sorunlara çözüm bulacağı beklentisinin gene de canlı kaldığı toplumlarda daha önem kazanıyor. Yerel seçimler bu çerçevede, genel seçimlere göre, seçmenler tarafından yönetime karşı memnuniyetsizliği ifade etmenin daha az riskli bir aracı olarak algılanabiliyor. Otokratik iktidarlar da, genel seçimlerde başvurdukları, tehlikeli rakiplerini yandaş yargı yoluyla, hatta fizikî olarak devreden çıkarma –etkisiz kılma!– yöntemini, yerel seçimlerde pek kullanmıyorlar.

Juan Linz, İspanya’da Franco diktatörlüğünü bir otoriter rejim olarak tanımladığı 1964 tarihli makalesinde, Portekiz’deki Salazar rejiminin de faşist değil, otoriter olduğunu belirtirken, Salazar otoritarizminin 3 F’ye dayandığını iddia etmişti: Fatima (yerel Katolik dinî efsanesi), futbol (spor) ve fado (popüler kültür). Halkın bu 3F ile oyalanıp, siyasal olana ilgisiz kalışına, yani daha klasik bir siyasetsizleşme mekanizmasına dikkat çekmişti. Tek parti diktatörlüğü altında seçimler de doğal olarak 3F’den çok daha az önemli olacaktı. Buna karşılık günümüzde, Linz’in Salazar diktatörlüğündeki 3F’nin yerini alan farklı bir otoriterizm yürürlükte. Aşırı siyasallaşma-siyasetsizleşme ikilisinin önde gelen bir tezahürü olan var oluş-yok oluş bunalımının bir kaynama ânı olarak yaşanıyor seçimler. Aynı zamanda gösteri toplumunun demokrasi sahnesi olarak da işlev görüyorlar. Buna verilebilecek en yakın örnekleriden biri,   İzmir’deki yerel seçim mitinginde, “çekinmeyin, yüzümüze hakikatleri haykırın. Haykırın ki hatamızı görüp, kendimizi düzeltelim” diyen Tayyip Erdoğan’ın, muhalif siyasi eylemleri veya beyanatları nedeniyle on binlerce kişinin hapishanelerde tutuklu olduğu veya en azından gözaltına alındığı, haklarında dava açıldığı bir ülkenin otokrat yöneticisi olmasıdır. Müstebitliğin seçimle arıtıldığı bu tür rejimlerde, gene de seçimler bütünüyle anlamsızdır demek elbette son derece yanlış olur.

Ulaş Bayraktar, dergideki yazısında, hararetle süren yerel seçim tartışmalarının, “siyasi partilerin içindeki kliklerin etkisiyle belirlenen ehven-i şer başkanların yönetmek zorunda olduğu ilişkiler ve baskılar altında milyonluk nüfusa sahip kentlerin küçük grupların menfaatine hizmet etmesine yol açtığına” işaret ediyor. Belediyeler aşırı siyasallaşarak yerel niteliklerini de kaybediyorlar ama aynı zamanda belediye meclisleri siyasetsizleşmenin önde gelen mekânlarına dönüşüyor. Buna karşı Ulaş Bayraktar, müşterekliğin ve yerelliğin çatısı altında, “yeni bir siyasetçi değil, yeni bir demokratik örgütlenme modeli yaratmanın” amaçlandığı Barselona’da 2015’te ortaya çıkan BECU hareketi örneğini verip, burada başlayan ve yayılan Korkusuz Kentler hareketine dikkatimizi çekiyor.

Gelgelelim Halil Nalçaoğlu’nun derginin aynı sayısında iddia ettiği, Türkiye siyasal sosyolojisinin tarihî verileri ışığında,  Erdoğanizm’den çıkış olarak “halkın hayal gücünü yakalama potansiyeli olan yeni bir karizmatik liderin doğuş anını” bu yerel seçimde aramak, tam da “yeni bir demokratik örgütlenme modeli yaratma” önerisini gene askıya almak anlamına gelmiyor mu? Nalçaoğlu’nun dile getirdiği, karizmatik lider kültünden Türkiye toplumunun kurtuluş ihtimalinin kısa vadede gözükmüyor olduğu iddiası, ciddiye alınması gereken bir iddiadır elbette. Ama o zaman, “yeni bir karizmatik lidere” umut bağlamanın bir ehveni şer başkan seçiminden daha öte anlamı olmadığını da belirtmek gerekir. Bugün Türkiye’de muhalefetin bir kısmının Ekrem İmamoğlu’na tam bu nedenle ümit bağlıyor olmasının arkasında yatan esas sorun bu değil mi?  Ehveni şer bugünkü ortamda makul bir seçim olabilir ama yeni karizmatik lider aşırı siyasallaşma yoluyla siyasetsizleştirmenin en uygun aracı olmaya devam etmeyecek midir?


[1] Johannes Gerschewski, The Two Logics of Autocratic Rule, Cambridge University Press, 2023.

[2] Bu konuyu 2018’de Birikim Haftalık’ta ele almıştık: “Seçimli otokrasilerde seçimler bir tuzak mıdır?”