31 Mart'ı 1 Nisan'a Bağlayan Uzun Gece
Işıl Kurnaz

Kazım Kızıl’ın Manisa’da çektiği fotoğraflardan biri bu: Yanlış politikalarla kurutulan Marmara Gölü’nün TİGEM’e devredilmesine karşı açılan davanın mahkeme heyetini bekleyen Tekelioğlu köylüsü iki kadın ellerinde bu pankartı tutuyorlar: “Yeryüzü Arsa Değildir.”

Bu fotoğrafın kendi bağlamı dışında hatırlattığı bir başka şey daha var ama. Yerelin de aynı yeryüzü gibi arsa olarak görülemeyeceği, belediyeciliğin de genel siyasete bir sonraki liderini yetiştirmekten ve rantiyeden ibaret görülmemesi gerektiği gibi. 31 Mart ve 1 Nisan arasındaki o uzun geceyle ilgili Birikim’in “yerel seçim ve yerelin yeti kaybı” dosyasına yazan Kemal Can şu soruyu soruyordu: “Bu seçimin neresi yerel?” Kemal Can’a göre, aday tartışmaları dışında yerel faktörlerin en silik, merkezi siyasete en bağımlı yerel seçime gidiyorduk. Dosyanın, siyasetin hep bir sonraki seçime bırakılmasına bir cevap olduğunu söylemek de mümkün tabii. Şimdiden henüz gerçekleşmemiş yerel seçimlerin sonucuna göre genel seçimin erken mi yoksa zamanında olacağını konuştuğumuz bir siyasal sathın içinde ilerliyoruz. Bunun bizatihi kendisi, yerel seçimleri yerelden farklı bir yere taşıma tehdidi barındırıyor. Buna tehdit diyorum çünkü yerel, yerin içinde bağlamını bulur ve bu tehdidin kendisi, bu yüzden zannedildiği kadar siyasetin küçük bir meselesi de olmaz.

Önümüzde seçimler var refleksinin nasıl bir siyasal apatiye ve erteleme siyasetine yol açtığını, bunun çözümsüz kıldığı kronik sorunları Tanıl Bora anlatıyordu:

“Kronik seçim atmosferinde soluk alan tarz-ı siyaset, az evvel saydığım karakteristikleriyle, o kronik sıfatının aksine, bir kısa vade siyasetidir. Süreklileşmiş kısa vade ve ahire erteleme siyaseti.”

Bilirsiniz, hukuk dilinde arsa ve arazi birbirinden farklı kavramlardır. Arsalar, belediye tarafından üzerinde yapılaşmaya izin verilen toprak parçaları olarak tanımlanır, arazi ise üzerinde imar uygulaması olmayan toprakları ifade eder. Yani arsalar imara uygun iken, araziler yapılaşmaya uygun olmaz. Bir başka tanım, Emlak Vergisi Kanunu’ndandır. Bu kanuna göre, belediyelerce parsellenmiş araziler, arsa sayılır. Yani hukuk dilinde, arsa ve arazi arasındaki fark, bir tür yapılaşma ve rantiye mesafesi meselesidir. Yeryüzünün bir arsa olmaması, bu yüzden bir başka anlamı daha çağrıştırıyor yani yeryüzünün üzerinde yapılaşamayacağınıza dair bir bilgiyi veriyor. Onun da ötesinde şunu söyler: Belediyeler sadece üzerinde yapılaşmanın mümkün olduğu topraklarla ilgilenmezler, ilgilenmemelidirler, sadece ulusal siyasete yeni liderler taşımakla ilgilenmemeleri gerektiği gibi.

Birikim’in bu dosyasının Sunuş’unda, Tanıl Bora ve Funda Dörtkaş, Türkiye siyasetinin bir aynının cehennemi[1] haline geldiğini söylüyordu, kitlelerin önüne uyum ve uyuşma baskısı dışında bir şey sunmadıklarından bahsediyorlardı. Uyum sağlamakla numara yapmak arasında öyle büyük bir fark olmadığı[2] dışında bir başka bilgi daha sızıyordu buradan. Uyum siyasetinin kendisinin bizi götürdüğü yerlerden biri olarak Gökhan Zan vakasına değinebiliriz örneğin. TİP’in hakkındaki şaibeleri gerekçe göstererek Hatay’dan çektiği Belediye Başkan Adayı Gökhan Zan’ın aslında hukuken adaylıktan çekme gibi bir bildirim YSK’ya süreler dolduktan sonra yapılamayacağı için çekilmemiş sayılmasını düşünelim. Kitlelerin önüne sunulmuş alternatifsizliği bundan daha veciz şekilde anlatabilecek bir örnek var mı? TİP, en fazla kamuoyu önünde siyasi desteğini çekebilir ama en fazla siyasi desteğini çeker. Aday, pusulada partiden aday olmaya devam eder. Olur da seçilirse ve kendisi istifa ederse, yerine kendisinden sonra gelen seçilmiş sayılır. Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun’un 16. maddesi söyler bunu. Adayların ilanından sonra adaylar istifa etseler ve hatta ölseler bile, bu istifa da ölüm de sonuç doğurmaz. Ancak seçilirlerse, yerlerine kendilerinden sonra gelen aday seçilmiş sayılır. Gökhan Zan ve Lütfü Savaş arasındaki merhalede, bu kanunun yerelin neresine dokunduğunu görmemek mümkün mü? Yerel üzerinde nasıl yapılaşma olduğuna bakılmadan, zeminler bu türden bir hesaplaşmanın gücüyle sarsılırken siyasetin nasıl alternatifsiz bırakıldığına bakmamak mümkün mü? Kanuna göre oluşan “çekilmemiş sayılma” statüsü bu dönemi karikatürize eden bir veçheye dahi bürünebilir. Depremde sorumlu olduğunu düşündüğümüz belediye başkanlarının adaylıktan imtina etmemesini de başka nasıl açıklayabiliriz ki? Kimsenin hiçbir yerden çekilmediği bu iklimde, “çekilmemiş sayılma” siyasetin ana damarlarına nüfuz etmiş yeni tür bir taktik biçimi olabilir pekala.

Bahadır Türk, AKP-101 kitabında şöyle söylüyor: “AKP, Türkiye esnaflığının parti formunda vücut bulmuş halidir.”[3] Bunu söylerken, AKP’nin 1990’lar Türkiyesi’yle kurduğu ilişkiyi örnek veriyor. “Hem ondan beslendi hem ona kahretti. Hem bizatihi onun bir mirasıydı hem o mirası tasfiye etmek iddiasından hiç vazgeçmedi.” Bu gelgitli ilişkinin, siyasetin sıkışmışlığıyla da ilgisi var, bahsettiğimiz alternatifsizlik meselesiyle de. Kemal Can bu yüzden bu seçimlere “bir şeyi seçmeyen yoklamalar” adını veriyordu, seçimin bir şeyleri değiştirebilecek kudretine karşı, yoklamanın sadece plebisit haline gelmiş hareketsizliğine atıfla. Ama buradaki bir başka tespit daha yakıcıydı. Esnaf siyaseti dediğimiz kâr hesaplı formu, bir bozulmadan ziyade bir bulaşma olarak yayılıyordu, çürüme değil bir enfeksiyondu. Bugün bu formun, diğer bütün partilerdeki yansımalarını görmediğimizi söyleyebilir miyiz?

Bunu söylerken “siyasetten kaçışa”[4] meyleden bir apolitikliğe yönelmeyen, aksine yerel seçimlerin yerel olmasını engelleyen tüm unsurları berhava eden, onu merkezi siyasetin küçük bir yaşam formundan, faunasından ya da genel seçimler için bir ön yoklamadan başka bir şeye dönüştüren imkanları aramanın itkisi olarak kurmak gerekiyor. Ulaş Bayraktar’ın yerelle merkezi siyaset arasındaki o simbiyoz ilişkisini, merkezin yoklamasıyla oluşturulmuş bir küçük küme olarak işleyen yerel siyasetin açmazlarını delege sisteminden başlayarak ifşa ettiği çalışmasında olduğu gibi.[5]

Bütün bu sistemin yapılaştığı yer olarak seçim kanunları adını verdiğimiz norm setine eleştirel bir gözlükle bakmak gerekiyor. Bu da Yüksek Seçim Kurulu’nun yapısı ve teşkilatından başlayarak seçim kanunlarının her birine bakılmasıyla ilgili. 31 Mart ile 1 Nisan arasında kaç gece olduğundan daha çetrefilli bir soruyu içeriyor bu, merkezileşme tehlikesini uhdesinde barındırmayı reddeden bir toplumcu yerel siyasetin imkanlarının aranmasıyla. Bunu Şubat ayında toplanmış Yerel Demokrasi Konferansı’nda da konuşmamış mıydık? Bir “kent sözleşmesi” kurulmasının imkanlarından!

Bu imkanların, seçim günüyle sınırlı olmadığını, içtiğimiz sudan gittiğimiz yola, yağan yağmurun gündelik hayatımızı neye dönüştürdüğüyle yani bizatihi kendimizle bir ilgisi var. Öte yandan seçim gününün kendisi de bir yerellik meselesi, çünkü yeri siyasete taşıyan, yerin potansiyelini ve gücünü seçim güvenliğe dönüştürebilme imkanını veren hususlardan biri. Seçil Türkkan’ın Seçim Güvenliği için Sandıkları Korumak kitabındaki sandık müşahitlerinden biri anlatıyordu, İstanbul seçimlerinde İmamoğlu’nun kazanabilmesinin tek sebebinin, çok güçlü bir sivil hareket olarak Oy ve Ötesi’nin sahadaki gücüyle ilgili olduğunu, böylelikle hiçbir oy boşa gitmemişti ve ellerindeki güçle CHP sonuçlara itiraz edebilmişti. Kitap’taki müşahitlerden biri Korcan’ın uyarısını buraya not düşmek gerekiyor elbette, vatandaşın sandıkları korumasını demokrasinin yaması olarak görüyordu o, ona göre bu iş sivil oluşum ve vatandaşlara kalmadan siyasal partiler eliyle yürütülmesi gereken bir süreçti. Öte yandan Oy ve Ötesi’nin açıklamasından öğreniyorduk, önceki seçimlere göre gönüllü başvurularında %75 bir düşüş olduğunu.

Delik deşik haline gelmiş 1961 tarihli Seçimlerin Temel Hükümlerine İlişkin Kanun’dan, 12 Eylül mirası Siyasi Partiler Kanunu ile Mahalli İdareler Seçimi Kanunu’na kadar yamalarla dolu bir seçim mevzuatının, yerel siyaseti merkezin tahakkümüne çok daha açık haline getiren açıklarıyla, bu boşlukları doldurmaktan imtina edip bu boşluklardan siyasal manevra alanları çıkaran yüksek siyasetin tüm bunlarda bir sorumluluğu elbette var. Yerel, bugün yer’den başka bir şeyi imliyorsa, bu siyasete yerelden genele değil, genelden yerele bakılmasıyla da ilgili. Halbuki yeryüzü arsa olmadığı gibi, belediyeler de parsellenmiş arazilerden fazlasıdır. 1 Nisan sabahının, 31 Mart gecesinden çok daha fazlası olması gerektiği gibi.


[1] Byung-Chul Han, Palyatif Toplum, Çev. Haluk Barışcan, Metis, Tanıl Bora-Funda Dörtkaş, Sunuş, Birikim, sayı 418-419.

[2] Yiyun Li, Kazkafanın Kitabı, İş Bankası Yay. 2024, Çev. Nuray Önoğlu, s. 114.

[3] Bahadır Türk, AKP-101, İletişim Yay.,  2024.

[4] Ulaş Tol, Siyasetten Kaçış, Birikim, sayı 418-419.

[5] Ulaş Bayraktar, Seçmenlerin değil “adamların” başkanlarına karşı korkusuz şehirler, Birikim, sayı 418-419.