“Alev Almış bir Genç Kızın Portresi” (1)
Erdoğan Özmen

Aşk sahip olmadığımız şeyi vermektir.

Lacan

Her filmin bir cümlesi var belki de diyordum, filmin en nihayetinde o tek cümleye indirgenebilir oluşunu kast ederek. Ya da söz konusu o cümlede dile gelen hakikati daha derinlemesine, daha eksiksiz anlamamıza vesile oluyor belki de filmler. Film boyunca, çeşitli renklere bürünerek, çeşitli biçimlerde dile gelerek, parçalarına ayrılıp tekrar birleşerek, olası tüm bağlantılarını ve açılımlarını cömertçe sergileyerek, sesini alçaltıp yükselterek, geri çekilerek ve öne çıkarak, zayıflayarak ve güçlenerek aynı cümle tekrar edip duruyordur. Bir çiçek dürbünü misali, aynı ifadenin olası tüm varyasyonlarıyla farklı dillerin farklı lehçelerinde tekrarlanıp durması ve hiç ıskalamadan her birine nüfuz edebiliyor oluşumuzdan kaynaklanan mutluluk ve tatmin hissi. Filmlerin armağan ettiği şey bu işte.

İyi film, iyi edebiyat etkisi diye bir şey var. İnceliği, saflığı zamanla daha da koyulaşan, olgunlaşan, yeni bağlantılar ve çağrışımlar yaratan güçlü bir etki bu: İnsanın içinin şükran duygularıyla dolması, genişlemesi. Tarif edilmesi imkansız bir karşılaşma, bir temas gerçekleşmiştir. Henüz sözcüklere dökecek takat ve kapasiteden mahrumuzdur ama bir içgörünün hatları belirmeye başlamıştır. O eşsiz sahneler, görüntüler, cümleler, kelimeler, mucizevi kurgu her seferinde  daha derine işlemek üzere tekrar edip duruyordur. Ulaşmak istedikleri bir hedefin peşinde, sürekli genişleyen halkalar çiziyorlardır. Büyüleyici bir şey olmuş, eksik bir şey bulunmuştur sanki. O şey, gelip tam yerine yerleşmiş, çember tamamlanmıştır. “Dağıldım gene. Özetlenebilecek gibi değil” demiş ya Vü’sat O. Bener, o özet nihayet mümkünmüş gibi, birden o ihtimal belirmiş, ete kemiğe bürünmüştür. 

  

Varlığımızın en derin katmanında yerleşmiş bir olayın, öznelliğin temel kurucu uğrağı bir dönüşümün sahnelenmesidir bu. Bedende, belirli mekanlarda, maddi ve fiziksel olaylar olarak gerçekleşen şeylerin (kokuların, tatların, biçimlerin, renklerin, sertlik ve yumuşaklığın, soğuk ve sıcaklığın), somut anlamda içe-alma ve dışarı atma edimlerinin yamacında ve daha sonraki bir zamanda ruhsal olarak içselleştirme/özdeşleşme ve bastırma süreç ve işlevlerinin ortaya çıkmasını, bu eşsiz tercüme ve geçişi sezdiren, duyuran bir büyüdür belki de sinemada kapıldığımız şey. Sinemadaki sahnelerle en erken hatıralarımıza ilişkin sahneler arasında algı kapılarımızı ve eşiklerimizi aralayan, algılama kapasitemizin çeperlerini genişleten bir kısa devre gerçekleşiyordur.

Filmleri izlerken kapıldığımız coşku ve hoşnutluk duygusunun bütün benliği kaplaması, varlığı boydan boya kat eden, bedenin tamamına yayılan sevinç ve neşe hali, gerçek bir hayat deneyimi… tümü bu yüzdendir.

“Aşk sahip olmadığını vermektir” der Lacan. “Sahip olduğunu vermek parti vermektir, aşk değil” diye ekler.

“Öte yandan aşık sahip olmadığı şeyi verir: Tabiri caizse yoksun olduğu şeyi verir; bu şeyi izah etmek ya da açıklamakta zorlanacaktır, çünkü yoksun olduğu şeyin ne olduğunu bilmiyordur. İçinde bir eksik veya boşluk hisseder, bu boşluğu doldurmak, bir şeyden yoksun olduğu hissini telafi etmek için bir şeye özlem duyar. Arzu işte bu eksik ya da boşluk arzunun kaynağıdır.”[1] 


[1] Bruce Fink, Lacan on Love, Polity Press, 2016, s. 35 (Türkçe çeviri: Lacan’da Aşk, Çev. Elif Okan Gezmiş-Zeynep Oğuz, Kolektif Kitap, 2019)