Antagonist Çelişki ve Toplumsal İlişkiler
Murat Belge

Marksist analizde en sık kullandığımız kavramlardan biri olan “çelişki”nin son kertede bir “kavram” olduğunu anlamak gerekiyor. Gerçekliğin, maddi dünyanın içinde varolan bir “nesne” değil. “Contradiction” kelimesi, “karşı söz” anlamına geliyor. Örneğin “Burjuvazi ile proletarya arasında çelişki vardır” derken, bu iki grup arasında gerçekten varolan bir “nesne”den söz etmiyoruz; ikisinin arasındaki ilişkinin özelliğinden söz ediyoruz.

Bazılarımız için bunları söylemek anlamsız görünebilir; “Ya ne olacaktı?” denebilir. Ama bazılarımız için o kadar da net olmadığını biliyorum.

İki hafta önce “antagonist çelişki” konusuna girmiştim. Bugün de o tema üzerine bir şeyler söyleyeceğim. Marx’ın “artık-değer” olarak adlandırdığı ücret ilişkisinden baktığımızda, “kâr”ın, işçiye ödenmeyen emek payı olduğunu görüyoruz. Bu tanıma göre, sermayedar ile işçi aralarındaki ilişkiyi yeniden-ürettikleri her seferde aynı şey olacak, işçinin ürettiği değerin bir kısmına sermayedar el koyacak. Buna dayanarak, ikisinin arasındaki çelişkinin “uzlaşmaz”, dolayısıyla “antagonistik” olduğunu söyleyebiliriz.

Söylediğimizde, bu önerme mantıken, kâğıt üstünde doğru görünecektir. Peki, doğruysa, niçin kapitalist ilişkinin ortaya çıkmasından bugüne kadar sürebildiğini de açıklamalıyız. Madem ki uzlaşmaz ve antagonist, ne oluyor da sürüyor?

Bunun cevabı geçen yazıda da söylediğim gibi, “üst-belirlenme”. Hayatta her şeye “karmaşık bütün” düzeyinde bakmamız gerekiyor. Örneğin “ücret” ilişkisine baktık ve “artık-değer” analizinde bu sömürünün değişmezliğini gördük. Ama burjuva ile proleterin ilişkisi yalnız ücretle mi belirleniyor? Geleneksel ideolojinin bu ilişkide payı olmaz mı? Toplumda işsizlik oranı, bunun her zaman bir işi daha ucuza yapmaya hazır bir (Marksist deyimle) “işsizler ordusu” yaratması gibi bir etken, o ilişkiye etkide bulunmaz mı? Daha birçok şey sayabiliriz.

Ama bunlar hâlâ “işçi/işveren” ilişkisine içkin şeyler. Oysa o ilişkiyi toplumun genel koşulları da belirliyor. “Üst-belirlenme” de orada ortaya çıkıyor. Burjuvazinin ve proletaryanın toplumdaki başka sınıf ve tabakalarla ilişkileri, toplumsal kurumlarla bunların hepsi arasındaki ilişkiler v.b.

Bunlarla da bitmiyor. Uluslararası konjonktürü de hesaba katmadan herhangi bir toplumun yapısını, ilişkilerini yeterince analiz etmenin imkânı yok.

Gene mekanik, “vülgarize” Marksizm’de her an başvurulan “altyapı üstyapıyı belirler” klişesini de daha genişlemesine düşündüğümüzde, bunun basit bir “ekonomik determinizm”den çok daha kapsamlı bir şey olduğunu anlarız. Ayrıntısına girmeden şöylece özetleyeyim: üretici güçlerin vardığı aşama ve üretim ilişkilerinin aldığı biçim (bu kapsamda “altyapı”) son analizde hayatın nasıl üretildiğini ve yeniden–üretildiğini (üretim tarzı) belirlediği için, toplumda neyin belirleyici olduğunu belirler. Örneğin feodal düzende insan davranışlarını “ekonomi” belirlemiyordu. Feodal üretim tarzında belirleyicilik “ideolojik” düzeyde kalıyordu. Marx’ın “siyaset olmadan Yunan sitesini, din olmadan Ortaçağ’ı anlayamayız” demesinin temelinde bu yatıyordu.

Bu özetlerden sonra, en başta söylediğim noktaya geleyim: yaşadığımız çağ, genel özellikleriyle, sorunların kanlı çatışmalarla ve şiddetle çözüldüğü bir çağ olmaktan uzaklaşıyor. “Eşitsiz gelişme”nin en kalıcı kurallardan biri olduğu bu dünyada elbette her şeyi kapsayan genellemeler yapılamaz. Şiddetin yok olmaya başladığı bu çağda IŞİD’in neci olduğunu sorabilirsiniz. Yalnız IŞİD’e kalsa gene iyi. Şiddet her yerde var.

Evet, ama sorunların barışçı yöntemlerle çözülmesi özlemi, bunun için verilen mücadele, bunu birinci ilke olarak benimsemiş örgütler, yani genel bir şiddet karşıtı kültür de, şimdiye kadar görülmemiş bir yoğunluk ve yaygınlıkla var. IŞİD onuncu ya da, diyelim, on dördüncü yüzyılda, “normal” karşılanırdı, aynı şeyleri yaparak. Şimdi medeni dünyanın kanını donduruyor.

Bu gelişmede şöyle bir dengenin işlediğini düşünüyorum: üretici güçlerdeki gelişme, başka bir söyleyişle altyapının güçlenmesi, üstyapıda şiddetin rolünü azaltıyor. Şiddete dayalı, savaşı bir kaçınılmazlık olarak öngören politika, yavaş yavaş yerini barışçı ortamlara bırakıyor. Ortaçağ’daki gibi, “ideoloji”nin gitgide belirleyici olduğu bir dünyaya doğru bir yöneliş gözlemlenebiliyor. Ama bu, Ortaçağ’daki gibi dinî/mistik bir ideoloji de değil. Dinden büsbütün arınmış olmasa da içinde seküler ögelerin yeri ve belirleyiciliği artış gösteriyor.

Bu söylediklerim dünyanın her yerinde ve düzenli olarak böyle yürümüyor. Ancak, dünyanın her yerinde, değişen derecelerde bu yönsemlerin varlığını görüyoruz. Kendi varlığını bu gibi değerler üzerinden inşa eden bir “uluslararası topluluk” biçimleniyor, yavaş yavaş dilini buluyor, kurumlarını kuruyor. Ama henüz buralara varmamış ve varmasının da daha hayli zaman alacağı anlaşılan bir dünya da var. Bu dünyada şiddet hâlâ başat. Orada şiddet sorunları çözüyor mu? Hayır, hiçbir şey çözdüğü yok; ancak sorunları büyütmeye yarıyor. Ama insanlar binyıllardır zihinlerini tutsak etmiş ideolojilerden bağımsız düşünmüyorlar. İktidarda olan kadar muhalefette olan da kendi amaçlarına ulaşmanın yolunu şiddette, şiddet içeren yöntemlerde görüyor. Şimdilerde bu eğilim en belirgin biçimlerini “radikal İslâm”da almakla birlikte yalnız oraya özgü”, onunla sınırlı bir şey de değil.

Öte yandan, bu geleneksel şiddet kullanımını tarihte bırakmış gibi görünen dünyada da, şiddetin “kamufle” biçimleri ortaya çıkabiliyor – “kamufle” olmayan biçimleri de cabası.

Yani yaşadığımız dünya günlük güneşlik bir yer değil ve sanırım hiçbir zaman öyle olmayacak. Aynı zamanda “daha iyi” olma potansiyelini de her zaman taşıyacak.

Gene Marksist açıdan toplumsal ilişkilere, toplumsal gelişmelere baktığımızda, bir ilişkinin üç tarzı (“mod”u) olabildiğini görüyoruz: 1) Egemen ilişki. Dünya her zaman, tarihin çeşitli evrelerinden kalmış çeşitli toplumsal ilişkilerin birbirleriyle eklemlenerek varolduğu bir alan. Ulus-devletlere bölünmüş olarak yaşayan dünyada çok sayıda “sosyo-ekonomik formasyon” bu ilişkilerle, bunların kalıntılarıyla v.b., bunları birbirine eklemlemiş olarak varoluyor. Bu çeşitli ilişkiler arasında biri “egemen” konumda. Örneğin “üretim ilişkileri”ne baktığımızda, dünyada “egemen ilişki”nin kapitalist mahiyette olduğunu herhalde söyleyebiliriz. Bunun siyasî üstyapıda aldığı biçim de, yukarıda değindiğim gibi, “ulus-devlet” formasyonu olmakta devam ediyor.

Ama bir ilişki türünün “egemen” olması onun her yeri kapladığı anlamına gelmiyor. Yukarıda söylediğim gibi, bir “sosyo-ekonomik formasyon” içinde (bu, “bütün dünya” da olabilir) değişik çağlara, ideolojilere, üretim tarzlarına tekabül eden çok çeşitli ilişkiler bulunabilir. Lenin, Rusya’da kapitalizmi incelerken beş farklı üretim ilişkisi tesbit etmişti. Bunlar, içlerinden birinin egemenliği altında birbirine eklemlenmiştir. Bir ilişki “egemen”ken, öbürü de “yaygın” olabilir. Örneğin Almanya’yı birleştirme sürecinde Prusya’da yukarıdan aşağıya işleyen bir kapitalizm “egemen”di; ama Prusya toplumunda “yaygın” olan ilişki (altyapıda ve üstyapıda) feodaldi. Amerikan toplumu kuzeyde “egemen” kapitalizmle güneyde “yaygın” köleciliği 1860’a kadar birbirine bir biçimde eklemlenmiş olarak götürebildi; ama “egemen” ilişki bir süre sonra (“yaygın”laşmaya da başlayınca) bu arkaik “köleci” düzenle bağdaşamadı. İç Savaş’ın sonucu da ABD’de “egemen” ilişkinin kapitalizm olduğunu kanıtladı.

“Yaygın” ilişkinin bir tür karşıtı da yok olma sürecine girmiş olan ilişkilerdir. İnsan bedeninde işlevini yitirmiş bir organ olan “apandisit”in varolmaya devam etmesi gibi, genel yapı, bazı arkaik ilişkilerin varolmasına izin verebilir. Sözgelişi, kapitalizmin egemen olduğu Türkiye’de bazı göçebe aşiretler hâlâ geleneksel hayat kalıpları içinde yaşayabilir.

Ama bu sonuncuyu dediğim üç ana tip içinde saymıyorum. “Üçüncü” dediğim, “egemen” değil, “yaygın” da değil, ama çok önemli çünkü “belirleyici”. Bu, belirli bir düzen içinde yaşanırken, onun içinden çıkan, onunla birlikte varolan, ama uzun vadede toplumun genel örgütlenme biçimini değiştirmeye başlayan ilişki türüdür. Avrupa’nın geç Ortaçağ’ını düşünün: feodalizm devam ediyor, “egemen” ve “yaygın”. Bu böyle giderken birileri “eve iş verme” tarzını başlatıyor. “İş” dediğimiz, “dokuma”. Feodal loncalarda dokuma tezgâhı neyse, köylülerin evlerindeki tezgâhlar da aynı. İşi yapma tarzında da farklılık yok. Ama işin içine “ücret” dediğimiz, feodalizmde yeri olmayan etken giriyor. Başlangıçta marjinal bir şey olan, varlığı zor fark edilen bu üretim biçimi ve ilişki, zamanla, feodalizmi felce uğratan olgulardan biri haline geliyor. Tabii bu arada –öncelikle İngiltere’de– feodallerin toprağını kiralayıp az sayıda tarım işçisine ücret ödeyerek tarım kapitalizmini başlatan çiftçiler (“yeomen”, “gentlemen farmers”, “gentry”) gibi yeni olgular da, ayın süreci hızlandırıyor. Yeni “belirleyici” ilişki, dünyanın geleceğine işaret eden ilişkidir. Bu ilişki bir süre sonra “egemen ilişki” haline gelir; en sonunda “yaygın” da olur – bugün Amerika’da kapitalizm gibi.

Ne var ki onun bu “egemen/yaygın” konumu devam ederken bir yerlerden bir “belirleyici ilişki” de çıkabilir, çalışmaya başlayabilir.

Bu çerçeve içinde siyasette “şiddet içermeyen” yöntemlerin “belirleyici” duruma geldiğini söylüyorum. Henüz “egemen” değil, “yaygın” hiç değil.

Ama “belirleyici”.