Evde Sulh, Cihanda Sulh
Evren Balta
Bugün 25 Kasım Kadınlara Yönelik Şiddetle Mücadele Günü. Bugüne sadece kadınlara yönelik artık neredeyse başlı başına bir savaş halini alan bir şiddet dalgası ile girmiyoruz, bugüne aynı zamanda hemen her gün giderek yükselen küreselleşmiş bir savaş dalgası ile giriyoruz. Bugün her zaman olduğundan daha çok kadınların güvenliği ve küresel güvenlik birbiri ile ilişkili.

Kadınların güvenliği ve küresel/ulusal güvenlik arasındaki ilişki söz konusu olduğunda genellikle temel iddia savaş ve militarizasyondan en çok etkilenen grubun kadınlar olduğu. Militarizasyonun kadınların yaşamına daha fazla şiddet, daha fazla baskı olarak geri döndüğü. Peki ya bu (doğru) önermeyi baş aşağı çevirip, soruyu başka türlü sorarsak karşımıza ne çıkar? Bir diğer deyişle ya savaş ve militarizasyon cinsiyet eşitsizliğine neden olmaktan daha çok, bilfiil toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucuysa? Barış hali kadınların güvenliğini etkilediği kadar, kadınların güvende olma hali barışın olanaklılığının ve çatışmanın düzeyinin doğrudan bir nedeniyse?

Savaşın Cinsiyeti

Joshua Goldstein yaklaşık 20 yıl önce benzer bir soru sormuştu (link).Goldstein’a göre insanlık tarihi boyunca hem savaş hem de toplumsal cinsiyet ilişkileri her daim farklı biçimler almasına rağmen, savaşın ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin etkileşiminde bir tek değişken hep sabit kalmıştı: savaşın temelde erkekler tarafından yürütülen bir faaliyet olması. Goldstein savaşın bu değişime direnen doğasını neyin açıkladığını bulmanın savaşların ortadan kalkmasının, savaş bağlantılı şiddetin azalmasının en önemli bileşenlerinden biri olacağını iddia ediyordu. Goldstein’a göre uzun insanlık tarihi boyunca insan topluluklarının savaşla kurdukları ilişkiye bakıldığında savaşın artması veya azalmasını sağlayan en önemli değişken o toplumun cinsiyet eşitliğine yaptığı vurgu ya da başka bir deyişle kadınların toplumsal yaşama eşit katılımıydı.

Goldstein’ın çalışmasından yirmi yıl sonra Hudson vd.’leri küresel bir veri seti kullanarak küresel düzeyde toplumsal cinsiyet eşitliği ile bir ülkenin barışçıl olmasının ilişkisini analiz ettiler (link). Bu küresel veri tıpkı Goldstein’ın 20 yıl önce toplumların tarihine bakarak bulduğu verinin bir benzerini modern toplumlar için bize veriyordu. Hudson’ın analizine göre bir ülkenin komşularıyla iyi ilişkiler kurabilmesinin en önemli açıklayıcı değişkenlerinden biri o ülkenin toplumsal cinsiyet eşitliğinde hangi noktada olduğuydu. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği daha yüksek olan devletlerde hem iç hem de uluslararası çatışma olasılığı daha güçlüydü. Belki de söz konusu olan medeniyetler çatışması değil, “toplumsal cinsiyet medeniyetleri”nin çatışmasıydı.

Hudson uluslararası sistemde barışçıl siyaset imkânlarını arayan (çoğunluğu hâlâ erkek) siyasetçilere bir devletin çatışma olasılığını tahmin etmek için bakmaları gereken yerin rejim tipi (demokrasiler daha az savaşır), ticaret düzeyi (karşılıklı ticaret çatışmayı azaltır) gibi uluslararası ilişkilerde savaş ve çatışmayı açıklayan klasik değişkenler olmadığını ileri sürüyordu. Meselenin özü cinsiyet eşitsizliğiydi. Eğer toplumsal cinsiyet eşitsizliği savaş ve çatışmanın temel açıklayıcı nedenlerinden biriyse, uluslararası sistemin daha barışçıl olabilmesi de toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilebilmesine doğrudan bağlanabilirdi.

Savaş Sürerken

Cinsiyet eşitsizliği ve savaş arasındaki ilişki hiç kuşkusuz sadece savaşların ortaya çıkmasına mahsus değil. Savaşın devam edebilmesi ve savaşın mekanizmaları da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden besleniyor. Örneğin Katherine Moon, Güney Kore’de Amerikan askerlerine yönelik olarak kurulan ve fahişeliğin ABD-Kuzey Kore arası ikili antlaşmalarla kurumsallaştırıldığı “Amerikan kasabalarının” Amerikan askerlerinin Kuzey Kore’de savaşabilmesinin önemli mekanizmalarından birisi olduğunu iddia ediyordu (link). Cynthia Cockburn ise şiddetin mikro-politik dünyasına baktığınızda şiddet eylemlerinin erkekliği yücelten bir kültürden beslenerek gerçekleşebildiğini gösteriyordu. Cockburn’e göre örneğin okula girerek makinalı tüfekle kendi arkadaşlarını tarayan şiddet aktörleri ile Yugoslavya savaşları sırasında kadınlara kitlesel olarak tecavüz edip öldüren erkeklerin içinde bulunduğu şiddet kültürü arasında bir süreklilik vardı (link).

Şiddet Yanıbaşımızda

Peki aynı süreklilik Suriye’de, Türkiye’de, Rusya’da ve dünyanın diğer ülkelerindeki mikro ve makro şiddet mekanizmaları için de geçerli değil mi? Örneğin IŞİD’in pek çok yabancı savaşçıyı kendi örgütlenmesine soyut bir din halesi ile değil, köle pazarlarında kadın alışverişi yapan, kadınlara istediği gibi tecavüz eden agresif bir erkek kulübü olarak çektiği aşikâr değil mi? IŞİD gibi örgütlerin bu imgeleri harekete geçirilebilmesinin mevcut kadın-erkek rolleri ve kadına yönelik şiddetin gündelik düzeyde de meşru ve hatta gerekli bir erkeklik ispatı olarak görülmesiyle ilgisi yok mu? Kısaca Suriye’de gündelikleşen ve (etnik/dinsel) temelde ilerleyen kadına yönelik olağanüstü şiddet, savaşın bir yan sonucu değil ama savaşın sürebilmesini sağlayan temel mekanizma değil mi?

Peki bu şiddetin Türkiye’ye sıçramış halinin, giderek agresifleşen bir siyasal iklimin Türkiye’de yükselen “erkeklik” kültürü ve cinsiyet eşitsizliği ile bir ilişkisi yok mu? Örneğin bu sene Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 145 ülke arasında 130. sırada yer aldı. 2014’te 142 ülke arasında 125. sıradaydı (link). Ülkemizde 2010-2015 yılları arasında 1134 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. Öldürülme bahaneleri arasında ‘saçını kızıla boyatmak’, ‘yeni elbise almak’, ‘patates köfte yapmamak’, ‘tuzluğu uzatmamak’ veya sadece ‘gıcık olmak” vardı (link). Karısını, sevgilisini normlara uymadığı için öldürmek ile bir yüce dava için kendinle birlikte yüzlerce insanı öldürmek arasında bir süreklilik yok mu?

Toplumsal cinsiyet eşitliği, tam da dört bir yanımızı şiddet sarmışken barış isteyenlerin bugün her zamankinden daha fazla gündeminde olmalı. Yol uzun ve meşakkatli. Ama biliyoruz ki evde sulh olmadan cihanda sulh olmayacak!