Cenevre'ye Giden Yol
Evren Balta

AKP ilk kurulduğu dönemde uluslararası sistemin yarattığı akıntı doğrultusunda yol alıyordu. Küresel statüko 11 Eylül sonrasında temel tehdit algısını “devlet-dışı aktörlerin yarattığı terör” olarak güncellemişti. Askeri olarak bu yeni tehditlerle mücadele Irak’ın işgali örneğinde olduğu gibi temelde ABD’nin öncülüğünde ve ABD’nin iktisadi/ideolojik refleks ve çıkarları üzerinden yürütülüyordu. Siyasi olarak da İslâm’ın “devletli/ılımlı” versiyonları ön plana çıkıyor ve Erdoğan’lı Türkiye bir “model” olarak bu yeni küresel statükonun gözbebeği statüsüne yükseliyordu (2003 tarihli bir Erdoğan biyografisi için bkz. link).

Üstelik bu dönemde ABD’nin soğuk savaş sonrası eğilimi güçlendirerek küresel sistemin jandarmalığına soyunması (ve özel olarak Ortadoğu’daki askeri varlığı) “istikrarın” maliyetini bölgesel aktörler için düşürüyor ve “komşularla sıfır sorun” gibi dış politika tercihlerini mümkün kılıyordu. Komşularla sıfır sorun hiç kuşkusuz sadece bir “güvenlik” doktrini değildi, aynı zamanda uluslararası para piyasalarına ve iktisadi ağlara erişimi her tür siyasi/ideolojik tercihlerinden daha belirleyici olan sermaye grupları için ticaret yapabilme imkânlarını maksimize eden bir iktisadi doktrindi. Tam da bu “savaş değil ticaret yapan devlet” hattı belki de “eski Türkiye’nin” en önemli bölünmelerinden biri olan MÜSİAD-TÜSİAD arasındaki ayrımın kurumsal düzeyde olmasa da fiilen ortadan kalkmasına neden olacaktı. Siyasi tercihlere ya da iktisadi politikalar etrafında zaman zaman ortaya çıkan sürtüşmeler de bu filli “birlikteliği” gölgeleyemiyordu. Yandaş ya da değil, Türkiye sermayesi bu iktisadi/siyasi liberalizasyon ve istikrar ikliminden memnundu. 

Bir Devrin Sonu

Uluslararası sistem için bir devrin sonu 2008 krizi ile birlikte geldi. Krizin temelde uluslararası statükonun merkezini vurmuş olması, ABD’nin (farklı biçimlerde de olsa AB ülkelerinin) küresel taahhütlerinin azalmasına/çözülmesine neden olacaktı. Soğuk Savaş sonrası dönemde statükonun devamını neredeyse tek taraflı olarak garantileyen ABD artık bu rolden çekildiğini ilan ediyordu. 2008 yılı Aralık ayında Irak ve ABD hükümetleri arasında yapılan görüşmeler sonucunda imzalanan antlaşma ile ABD Irak’taki bütün askerlerini 2011 yılı sonuna kadar çekeceğini taahhüt edecekti.

Obama’nın başkanlığı bu “geri çekilme” eğilimini kurumsallaştırdı. Obama doktrini Amerikan askerlerinin uzak coğrafyalardaki yüksek maliyetli (hem askeri hem iktisadi açıdan) varlığını sona erdiriyor, askerleri uzaktan kumanda ile idare edilen “insansız uçaklar” ikame ediyordu.

Gerçekte ABD bu dönemde özellikle Ortadoğu’yu, tıpkı askeri araçlarının dönüşümünde olduğu gibi, içeri çekilerek uzaktan kumanda etmek hevesindeydi. Obama 20. yüzyılı karakterize eden hiçbir temel mesele ile ABD’nin doğrudan ilişkilenmesini arzu etmiyordu. Buna insan hakları ve demokrasi söylemi de dahildi. Üstelik bölgesel aktörlerin güçlenmesine ve kendi adlarına hareket etmesine yol veriyordu (bu pozisyon Mearsheimer gibi önemli realist kuramcılar tarafından da hararetle savunulmaktaydı).

Aynı dönemde Avrupa Birliği de kendi içindeki iktisadi kriz, borç, mülteci akını gibi sorunlarla uğraşıyor ve küresel siyasetin “normlar/kurumlar” üzerinden oyun kurucu aktörlerinden biri olma iddiasını hızla terk ediyordu. Bu durum AKP’nin mevcut ulusal koalisyonuna da önemli bir etki yapacaktı. Nitekim hem Kürtler, hem Aleviler, hem iktisadi olarak memnun olsa da “muhafazakârlaşmadan” rahatsız olan endişeli modernler AB entegrasyonunu hegemonik siyasal İslâmcı bir partinin yönetiminde zarar görmeden yaşamanın garantörü olarak görüyorlardı.

ABD’nin hiçbir biçimde bölgenin sorunlarına başat bir aktör olarak doğrudan dahil olmayı tercih etmeme eğilimi Suriye krizinde de devam etti. Bütün kırmızı çizgileri ihlal edildiği halde, ABD’nin savaşa doğrudan müdahil olmaması askeri tehditlerin/yaptırımların inandırıcılığını yitirmesine yol açtı (Obama’nın çekilme doktrinine yönelik önemli bir eleştiri için Brooks, Ikenberry ve Wollworth okunabilir). 

ABD kendi hareket alanını bölgesel aktörler üzerinden ve her seferinde onları birbirine düşürerek genişletti. Suudi Arabistan’ı Yemen’de sorumluluk almaya iterken, aynı zamanda onu İran’la çevrelemeye çalıştı. Bu çok faktörlü/esnek siyasi hat Kürtler konusunda da devam etti. Kürtler bir yandan ABD’nin bölgesel aktörleri güçlendirme siyasetinden ciddi anlamda faydalandılar ve yükselen bir bölgesel güç haline geldiler. Ama öte yandan bölgedeki Kürtlere verilen desteğin özellikle Türkiye gibi önemli müttefik devletleri küstürmemesine azami dikkat sarf edildi.

Kısacası ABD, Obama doktrini ile Ortadoğu’da bölgesel aktörlerin önünü belki de 20. yüzyılın hiçbir döneminde olmadığı kadar açtı. Biraz da bu nedenle bir iç mesele olarak başlayan Suriye savaşı pazarlığa yeniden açılan “güçler dengesinde” kendisine yer kapmaya çalışan bölgesel/küresel aktörlerin savaş alanı haline geldi. Kendi hırslarını özellikle ABD’nin tek kutuplu bir imparatorluk inşa ettiği 1990-2008 arası dönemde buzluğa kaldırmak zorunda kalmış olan bütün devletler, o hırslarını buzluktan çıkardılar, zırhlarını kuşandılar ve ne kadar süreceği belli olmayan bu “fırsat döneminde” güç ve saygınlıklarını karşılıklı maksimize etmeye soyundular (sorumluluğu ve yükümlülükleri dağıtmak için bölgesel aktörleri güçlendirme politikasının sonuçları üzerine Krieg okunabilir).

Bundan sonrası elbette çıkarın maksimizasyonu için her şeyin mubah olduğu bir güç siyaseti olacaktı. Nitekim 2008 sonrası dönem uluslararası siyasetin tek kutuplu bir dönemden, uluslararası kurumların da gücünü yitirdiği çok kutuplu bir döneme evirilmesiydi (belki tam da bu yüzden bu dönem pek çoklarına 19. yüzyılı hatırlatıyordu). Radikal grupların desteklenmesi de, sivillerin öldürülmesi de, hava bombardımanları da bu (her zaman doğası gereği kirli olan) güç siyasetinin aracıydılar. Savaşı yöneten ilkeler değil, hangi ittifak çerçevesinde daha fazla güç kazanılabileceğine dair hesaplardı. Sıklıkla kullanılan “Suriye’nin bölgesel güçlerin oyun sahası” olması durumu aslında üstündeki örtüyü kaldırdığınıza çok şey ifade ediyordu. Bu aktörler için mesele Suriye değildi, hiçbir zaman olmadı. Mesele yeni oluşan güçler dengesinde “oyun kurucu” olabilmekti. Pek çok bölgesel devlet için bu “ya şimdi ya hiçbir zaman” anlamına geliyordu.

Milyonlarca insanı yerinden eden, yüzbinlerce sivilin ölümüne neden olan bu savaş aslında Soğuk Savaş sonrası “yeni dünyayı” kuruyordu (beklenen 3. dünya savaşının aslında bu savaş olduğunu bir başka yazımda tartışmıştım).

Bir Devir Biterken Türkiye

Türkiye bu güçler dengesinde “oyun kurucu” bir aktör olma imkânını ilk fark eden ülkelerden değildi. Ama bu imkanı fark ettiği anda kendi siyasetini en hızlı biçimde değiştiren ülkelerden biri olacaktı (bu siyaset değişikliğinin o dönem Türkiye’deki iktidar bloğunda çatlakların oluşmasında önemli bir unsur olduğunu söylemeliyim). Türkiye “güçler dengesi” savaşına pek çok ulusötesi bağla ilişkilendiği Müslüman Kardeşler’i destekleyerek dahil oldu. Arap Baharı sonrasında Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi ise sandıktan çıkan hırsların ne kadar geçer akçe olduğuna dair bir işaret fişeği olarak okundu.

Bu başarı hikâyesi çok kısa sürdü. Çetrefilli bir hikayeyi kısaca aktarmak zor olsa da şu söylenebilir: Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (Türkiye’nin halihazırdaki kader ortağı Suudi Arabistan tarafından da desteklenen) bir darbe ile devrilmesi sadece Mısır’da AKP’nin arzu etmediği bir rejimin iktidara gelmesi anlamına gelmiyordu, aynı zamanda AKP’nin Suriye siyasetinin çökmesi anlamına geliyordu. Bir diğer deyişle Mısır darbesi ile Türkiye sadece Mısır’ı değil, Suriye’yi kaybediyor ve böylelikle Ortadoğu’da “oyun kurucu” olma vasfı büyük yara alıyordu. Ama bu yara oyuna bir kez dahil olmuş, dahil olduğu oyunda mevcut yerel ve uluslararası ittifaklarını kaybetmiş AKP’de rölantiye alma veya “geri vitese” takma tavrına yol açmadı. Hatta vites arttırılarak, “sıfır sorun” ile tanımlanan Davutoğlu dış politikası “dava eksenli” bir dış politikaya evrildi. 

Mısır Darbesi sonrasında Suriye’de muhalefetten geriye kalanlar Suudi Arabistan’ın desteklediği radikal İslâmcı gruplar ve Türkiye’nin kendi Kürtleriyle olan bağlantısı yüzünden hep kuşkuyla yaklaştığı Kürtlerdi. AKP’nin Türkmenlere, eğit-donat gibi ABD destekli programlara, El-Nusra gibi radikal İslamcı gruplara verdiği destek ise “davanın selameti” açısından bir türlü planlanan etkiyi yaratmıyordu.

AKP özellikle 2015 başlarından itibaren, Kobane sonrası kısa süreli bir ikircikli tutum haricinde, Suudi Arabistan’ın desteklediği gruplardan yana tavır aldı ve ittifaklar siyasetini bu hat üzerinden biçimlendirmekten yana açık bir tercih yaptı. Üstelik bu tercihin yapılması Türkiye’nin çözüm süreci ekseninde devam eden Kürt meselesini de yeniden şiddet sarmalına sokan önemli bir faktör olacaktı.

Yeni Bir Dönem mi?

Uluslararası politika çıkar ve güç üzerinden belirlenen bir ittifaklar siyaseti olduğu kadar, bu alanı kuran tehditlerin doğası üzerinden de belirlenen bir alandır. 11 Eylül saldırılarının küresel siyasetin temel taşlarını yerinden oynatan ve statükonun karşısındaki düşman figürünü yeniden kuran bir dönüm noktası olduğu çokça yazıldı.

Bu dönüm noktasının ittifaklar siyasetinin ayracı olması ise ancak “bir devletdışı terör örgütü” olarak IŞİD ile mümkün olacaktı. El-Kaide ve benzerleri dünyayı statik aktörler üzerinden okumaya alışmış statükocu güçler için fazla muğlaktı. Oysa (IŞ)İD hem varlığı, hem yarattığı dehşet hem de toprak üzerinde örgütlenmesi ile yeni düzenin oluşumunda kurucu bir aktör oldu. Fransa saldırıları sonrasında da iyice açığa çıktığı gibi hem ulusal hem de uluslararası statüko artık Sünni/Selefi radikalizmi karşısında mevzileniyordu. Üstelik bu tehdit sadece Suriye’ye özgü değildi, bütün Ortadoğu’ya, oradan da dünyaya yayıldığı düşünülüyordu.

Bu radikalizm İran’ı (İsrail ve Suudi Arabistan’ın tüm itirazlarına rağmen) uluslararası statükonun bir parçası haline getirdi. Rusya, Suriye’ye doğrudan müdahale ederek ve böylelikle (IŞ)İD’in ilerlemesini durdurarak o statükonun bir parçası haline geldi. Kürtler de (IŞ)İD’e karşı mücadelede bölgenin en etkili yerel gücü olarak statükonun kurucu bir parçası oldular. Amerikan başkanlık seçiminde yarışan adayların hemen tamamının Suriye konusundaki tutumunun Obama’ya göre daha “müdahaleci” olması ve Kürtlere yönelik ılımlı tavırları hiç kuşkusuz statükonun kısa bir süre sonra yeniden nasıl kurulacağının sinyalini veren bir başka önemli faktördü (adayların Suriye konusundaki tutumlarını buradan okuyabilirsiniz). AKP ise halihazırda ortaya çıkan bu statükonun bütün bileşenleri ile kavgalı durumdaydı. Bu kavgada Rusya uçağını düşürmekten, PKK ile bağlantılı gördüğü PYD’nin oturduğu bütün masaları devirmeye kadar her yolu mubah gören bir aktördü. 

Üstelik bu kavgayı tam da Suriye sorununun bir kez daha BM sisteminin/düzenin içine çekilmeye çalışıldığı bir dönemde yapıyor olması manidardı. Nitekim (sonuç alınmasından bağımsız olarak) BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye ile ilgili peş peşe aldığı ve Suriye’nin geleceğine dair Cenevre görüşmelerine ön ayak olan iki karar bölgesel aktörlerin hırslarını dizginleme arzusunun ve küresel güçlerin Suriye konusunda anlaşmaya hazır olduklarının bir göstergesiydi. Bu karar aynı zamanda 2008-2015 arası Obama dönemini karakterize eden küresel aktörlerin geri çekilmesi ve bölgesel aktörlerin güçlenmesi devrinin tedricen de olsa sonuna gelindiğinin işaretlerini veriyordu. Nitekim Rusya dahil bütün küresel aktörlerin “terörist” olarak gördüğü birtakım grupların olduğu ama aynı zamanda bu gruplarla masaya oturmayı göze aldıkları yeni bir dönemdi bu.

Türkiye ise devam ettiği her gün inanılmaz insani maliyete neden olan bu savaşı uzatan aktör olarak algılanmaktan çekinmiyordu. Peki hangi gerekçe ile? Teröristlerle masaya oturmamak.

Savaşan tarafların her birinin yol açtığı ağır insan hakları ihlallerinden burada bahsetmeyeceğim. Zira bu tutum “teröristlerle masaya oturmama” üzerinden ilerleyen etik temelli bir siyasi hat olmaktan ziyade, daha çok mevcut statükonun kurumsallaşması halinde kendisinin kaybeden olarak çatışmadan çıkacağını anlayan güç odaklı bir siyasi hat. Çünkü hem uluslararası statükonun yeni dengeleri hem de Rusya’nın müdahalesi ve PYD’nin IŞİD karşısından ilerlemesi ile Suriye’de ortaya çıkan yeni denge AKP ve desteklediği bloğun güç kaybetmesi anlamına geliyor.

Üstelik (IŞİD’e doğrudan destek niyetiyle ya da değil) Suriye’de İslâmcı örgütlere giden askeri yardımların (en azından bir bölümünün) bir biçimde IŞİD’in eline geçiyor olması, bırakın IŞİD’i Suriye’deki muhalif örgütlerin herhangi birine dolaylı yardım siyasetini de çok zorlaştırmaktaydı. Bu yardımların bir tür “ifşa” siyaseti ile sürekli kamuoyunun gündemine gelmesi bu siyasi/askeri hattı iyice çıkmaza sokuyordu (Can Dündar’ın tam da bu nedenle hapiste olduğunu hatırlatmak isterim). Yani 2016 ayı Ocak ayı itibarıyla yeni oluşan küresel/bölgesel güçler dengesinde Ankara ve desteklediği blok açıkça dezavantajlı konumda bulunuyordu.

Bu durumda olan bütün aktörler gibi Türkiye’de bu blokta mevcut güç dengesini kurumsallaştıran bir çözümü tercih etmek yerine, tercihini çatışmanın sürmesi ve süren çatışmada güç dengesinin kendi lehine dönmesi ümidine bağlamış durumda. Sürekli değişen kaotik ittifaklar siyaseti bu yeni durumda el yordamıyla bulunan tampon çözümler. Savaşın uzaması pahasına masayı boykot etme/devirme girişimleri de bununla alâkâlı. Bu tavır bu oyunun artık çok maliyetli hale geldiğinin ve masadaki diğer aktörlerin öfkelenmeye başladığının farkında değil. Sıklıkla kullandığı mülteci kartının dahi bir süre sonra geçersiz olacağının farkında değil. Çünkü ayak diremesini mümkün kılan mülteci sorunun bitmesi/azalması da (gören bütün gözlerin farkında olduğu üzere) Türkiye’nin sınırına çelik duvar örmesine değil, nihayetinde Suriye’de savaşın bitmesine bağlı.

Ben bu yazıyı yazarken Cenevre’de masaya kimin oturup, oturmayacağı, kimin davetli olup olmadığı belirsizliğini koruyordu. Ama belirsizliğini korumayan bir şey varsa o da küresel statükonun artık ne AKP’yi iktidara getiren ABD’nin hegemonik güç olduğu 2000-2008 koşullarına, ne de bölgesel aktörlerin diledikleri gibi at koşturdukları 2008-2015 arası dönemdeki koşullara benzediğidir.

2016’da bizi çok şey bekliyor. Beklemememiz gereken bir şey varsa o da “istikrar”.

İstikrar bir gün geldiğinde bugüne dair bildiğimiz her şey değişmiş olacak.


Not: Bu yazıyı yazarken okuduğum Erdem Denk’in yayına hazırlanan bir makalesi yazının bütününe ilham verdi. Bkz. Erdem Denk, "Uluslararası Sistemdeki Dönüşümler Işığında BM'nin 70 Yılı", Journal of Business Economics and Political Science (Nisan 2016). Yazının ilk taslaklarını okudukları için Erdem Denk, Ecehan Balta ve Barış Özkul’a ayrıca teşekkür ederim.