Aung San Suu Kyi: Bir Demokrasi Kahramanının Önlenemez Düşüşü
Kenan Erçel

Slavoj Zizek, Titanik filminin trajik sonunun, Jack (Di Caprio) ve Rose’un (Winslet) aşkının destansılığının bir gereği olduğu söyler. Zira Jack’in erken ölümü sayesindedir ki bu aşk neredeyse kusursuz, ulvi bir nitelik kazanır. Öyle ya, şayet Jack ve Rose kazadan sağ salim kurtulup evlenebilselerdi kuvvetle muhtemelen aşklarının tılsımı gittikçe sönecek, romantizmin yerini rutinler almaya başlayacak ve gemideyken afrodizyak etkisi yapan sınıfsal farklar zamanla birer münakaşa sebebine dönüşecekti. Keza Romeo & Juliet, Leyla & Mecnun, vb. efsanevi aşklar sadece taraflar birbirine kavuşmak için insanüstü bir çaba sarfettiği halde kavuşamadığı için değil, tam da o kavuşamama sayesinde efsanevi birer aşktır; yani, aşka engel teşkil eder gibi görünen şey (örn. buzdağı) aslında o aşkın varoluş koşuludur. 

Burma’nın Nobel Barış ödüllü siyasetçisi Aung San Suu Kyi ile onu liderleri olarak benimsemiş Burma toplumu[1] ve dünyanın birçok köşesindeki sevenleri arasındaki aşkın talihsizliğiyse 20 küsur yıl boyunca bu aşkı mümkün kılan ev hapsi engelinin ortadan kalkmasıydı. Diğer bir deyişle, Aung San Suu Kyi efsanesi, buzdağı eridiği için efsane olmaktan çıktı. Açalım.

Annesi ve babası da Burma’nın önemli siyasi şahsiyetleri arasında yer alan Aung San Suu Kyi, uzun süreler yurtdışında yaşadıktan sonra 1988 yılında ülkesine geri döndüğünde kendini büyük bir toplumsal çalkantının ortasında bulur. Ülkenin tek legal partisinin başında yer alan ve 1962’den bu yana iktidarı elinde bulunduran General Ne Win’in 1988 yılında istifasıyla birlikte başını üniversite öğrencilerinin çektiği demokrasi yanlısı gösteriler iyice kitleselleşir. Ve fakat aynı yılın Eylül ayında ordu yönetime tekrar el koyar ve National League for Democracy (NLD) hareketinin lideri Suu Kyi ertesi sene ev hapsine mahkûm edilir. Takip eden 21 senenin 15’ini Suu Kyi ev hapsinde geçirecektir. 

Kuşkusuz, Suu Kyi Burma’nın demokratikleşme mücadelesi uğruna ağır bedeller ödemiş bir insan. Örneğin, cunta idaresi 1997’de kanser teşhisi konulan eşine ülkeye giriş izni vermeyince eşini görmek için yurtdışına çıkmak ile bir daha ülkesine geri dönememek ikilemiyle başbaşa kalan Suu Kyi çok zor verildiği şüphesiz bir kararla Burma’da kalmayı tercih etmiştir. En son 1995 yılında görebildiği eşi 1999 yılında ondan uzaklarda hayata gözlerini yumacaktır. 

Suu Kyi’nin evliya (ya da Budist) sabrıyla sürdürdüğü uzun soluklu direniş zamanla küresel çapta yankı bulacak, Kofi Annan, Papa John Paul II, Bono gibi birçok ünlü isim kendisine destek verecektir. Gerek bu tür harici baskılar, gerek dahili talepler, gerekse Burma’nın küresel ekonomiye açılma çabaları sonucu en nihayet 2010 yılında Suu Kyi özgürlüğüne kavuşacak ve 2012’de parlamentoya girecektir. NLD’nin silip süpürdüğü 2015 genel seçimlerinde sırf anayasal bir formalite yüzünden Başkan olamayan Suu Kyi, Dışişleri Bakanlığı’nın yanısıra kendisi için icat edilen ve fiilen Başbakan’a denk bir göreve gelecektir. 

Ve fakat Aung San Suu Kyi’nin fazlasıyla hak edilmiş siyasi zaferi onun demokrasi ve insan hakları sicili bakımından sonun başlangıcı oldu. Zira artık Burma hükümetinin icraatlerinin vebali onun da boynunaydı. Ve bu icraatler arasında en tartışmalı olanı Türkiye’de Arakanlı Müslümanlar olarak bilinen Rohingya azınlığına uygulanan zulüm. Yıllardır ikinci sınıf vatandaş, daha doğrusu vatandaş olmayan bir topluluk mualemesi gören Rohingya’ya yönelik şiddet özellikle 2012’den itibaren tırmanışa geçerek 2016-2017 döneminde komşu ülke Bangladeş’te bir mülteci krizi boyutuna vardı. Ne var ki Suu Kyi bu insanlık suçu karşısında inatla sessiz kalmayı tercih etti. 

Sessizliğini bozmak zorunda kaldığı nadir durumlardaysa özünde meselenin inkârından öteye geçmeyen, tam resmi söylem makamından demeçler verdi. Örneğin, 2012’deki bir röportajında Rohingya’nın Burma vatandaşı olduklarından emin olmadığını dillendirirken 2013’teki bir söyleşide ortada bir etnik temizlik falan olmadığını söyledi ve söz konusu azınlığın uğradığı eziyete dair herhangi bir kınamada bulunmadı. Daha güncel bir örnekteyse Rakhine eyaletinde 10 Rohingya’nın askerler tarafından katlini araştıran iki yerel Reuters muhabirinin yargılanmasına ilişkin olarak “onlar resmi sırlar kanununu ihlalden tutuklu” diye beyanat vererek T.C.’den aşina olduğumuz “kimse gazetecilikten içeride değil” savının evrenselliğini sergilemiş oldu. Sonrasında 7 sene hapse mahkûm edilen muhabirlerin eşleri bu Eylül ayında yaptıkları bir basın açıklamasında küçük yaştan itibaren sevip saydıkları Suu Kyi’nin tutumu karşısında çok büyük üzüntü ve hayalkırıklığı yaşadıklarını ifade ettiler.[2]   

Zaten Suu Kyi’nin duruşunu sorgulayan, eleştiren benzeri sesler son son gittikçe yükselmeye başlamıştı. Mesela, George Monbiot, Suu Kyi’ye 1991’de verilmiş Nobel ödülünün geri alınması için bir imza kampanyası başlatırken Bob Geldof kendisine verilmiş olan “Freedom of the City of Dublin” ödülünü, aynı ödül Suu Kyi’ye de verilmiş olduğu için iade etti.[3] Özetle, Titanik’in “alternate ending”ini izlerken bulmuştuk kendimizi.[4] 

Peki, Rohingya Suu Kyi için vicdani bir kör nokta mı yoksa daha büyük idealler uğruna gizlemek zorunda kaldığı bir vicdan yarası mı? Yani, söz konusu olan ırkçılıkla malul bir duyarsızlık mı yoksa siyasi pragmatizm adına gönülsüz bir takiye mi? Suu Kyi’nin, ordunun halen çok güçlü olduğu bir ülkede (ki parlamentodaki koltukların %25’i hâlâ ordu mensuplarına ayrılmıştır) demokratik hak ve özgürlükleri genişletme gayesiyle kaygan bir zeminde manevra yaptığına işaret edenler kendisinin Rohingya konusundaki yaklaşımını daha uzun vadeli hedefler uğruna bir taviz olarak değerlendiriyor.[5] Neredeyse yüzde %90’ı Budist bir toplumda Müslüman azınlığın hakları, Suu Kyi etno-dinsel bir ayrımcılık güttüğü için değil, bir mecburiyet sonucu arkaplana itilmiştir, bu yorumculara göre. Öyle olsa bile, bu görüştekilerin kaçı Suu Kyi’nin ev hapsinde olduğu yıllarda bir gün gelip onun bu denli vahim insan hakları ihllaleri karşısında böylesi bir tutum takınacağını tahmin edebilirdi? Ortadaki bir sürü siyasi hesap kitap, hassas dengelere rağmen Suu Kyi’den Rohingya’ya daha fazla sahip çıkmasını beklemek haksızlık ya da mükemmelliyetçilik mi? Hegel’in “Güzel Ruh”çuluk ithamına maruz kalmadan Suu Kyi’i eleştirmek mümkün mü?[6]   

Tabii, daha vahim bir diğer olasılık Suu Kyi’nin, nesnel bir zaruriyetten değil, Rohingya’ya karşı güttüğü öznel bir etno-dinsel ayrımcılıktan dolayı böyle bir duruş sergilediği. Ve ne yazık ki bir insanın kendi ait olduğu etnisite, mezhep için ilerici, özgürlükçü idealler besleyip bu idealler için muazzam fedakârlıkları göze alırken “ötekileri” (örn. Rohingya, Arap, Kürt) aynı ideallere layık görmemesi gayet mümkün.



[1] Burma’nın resmi ismi Myanmar ama bu isim askeri cunta tarafından 1989’da yürürlüğe konduğundan dolayı ülkedeki demokratik güçler ekseriyetle Burma’yı kullanmayı tercih ediyor.

[2] https://www.theguardian.com/world/2018/sep/04/jailed-reporters-wives-devastated-aung-san-suu-kyi-response

[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Aung_San_Suu_Kyi (T.C.’den erişim hâlâ yasak ama “benim vatandaşım işini bilir”.)

[4] Türkçe karşılığı var mı, bilmiyorum ama söz konusu tabir, çogunluklukla DVD’lerdeki ekstra materyal arasında yer alan filmin farklı sonuçlanışlarına verilen isim.

[5] Örneğin, Birikim Haftalık’ta yazan Ela Bilgen şu tespitte bulunuyor: “Dolayısıyla Rohingya halkına karşı girişilen etnik temizliğin onun döneminde yaşanıyor olması liberal dünyayı hayal kırıklığına uğrattı…Hâlbuki Suu Kyi elindeki sınırlı insan hakları aracıyla bundan fazlasını yapabilecek durumda değil.” http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8515/merhamet-ve-insan-haklari-soylemi-karsisinda-myanmar#.W5HwJehKg2w

[6] http://sendika62.org/2007/04/14-nisan-mitingi-ve-guzel-ruh-ergin-yildizoglucumhuriyet-12836/