Polemiğe Dair
Orhan Koçak

“Bu arada Koçak’ın birkaç kez yinelediği adımı doğru yazmadığını da not edelim ve gereksiz bir polemiğe yol açmamak için şimdilik bu kısa değiniyle yetinelim.” Değerli yazar Attila Aşut benim küçük bir dokundurmama böyle cevap verip geçmekteydi, BirGün gazetesindeki haftalık yazısında. Polemik kötü bir şey midir, mutlaka kaçınılması gereken bir şey? Söyleşilerden, atışmalardan iyi bir şey üremez mi? Demeye çalışmıştım ki orada, evet, dilcilik diye bir çaba vardır, olmalıdır, hele yazdığımız Türkçenin de henüz doksan yıllık bir tarihi olduğunu da düşünürsek. Ama bu çaba, Nurullah Ataç’tan ve eski Türk Dil Kurumu’ndan beri devam eden bu ısrarlı faaliyet hep aynı şeyi yapmak, hep “yabancı” sözcüklere “Türkçe” karşılılıklar bulma noktasında mı kalmalıdır? Orada bir sözcük sordum ben: “mendebur”u henüz Türkçeleştirebildik mi? İhtiyacımız yok mu? Kötü şeylerin adlarının başka dillerden gelmesine ya da dosdoğru başka dillere bağlanmasına izin mi var, mesela “frengi” gibi? – Bu arada, “izin” sözcüğüne bir öz Türkçe karşılık bulabildik mi?

Çok yanılmıyorsam eğer, benim Attila Aşut’un adını “Atilla Aşut” şeklinde yazmamdan veya bir başkasının bana “Burhan Kozak” diye seslenmesinden daha önemli olan, Aşut’un ısrarla sürdürdüğü o çalışmanın kendi zihinsel dirliğidir. Diriliği, canlılığı, teyakkuzu: kısaca, kendi üstüne kıvrılarak kendi hakkında düşünme yeteneği. Kendi sebepleri, varlık koşulları ve sınırları hakkında düşünmeye girişmeyen bu türden bir pratik-teorik çabanın kısır kalmaya “yazgılı” olduğunu belirtmeye çalışıyordum. Dilsel dikkatin enerjisi bu “karşılık bulma” çabasında tutuklanmayıp başka alanlara, başka sorunlara da yöneltilebildiğinde ortaya her zaman daha ilginç sonuçlar çıkacaktır. Bir toplumun zihniyet dünyasının sismografı olarak da bakılabilir dile, özellikle de “kullanım” olarak adlandırılan cephesine. O toplumun bilinçli ve bilinçsiz kültürel titreşimlerini, iddialarını, özentilerini, kaygılarını, yorgunluk ve gerilemelerini, sözcük seçiminden sözdizimine, deyimlerin göreli ağırlığına kadar birçok alanda izlemek mümkündür. Eleştirel bir fenomenoloji de türetilebilir buradan, Tanıl Bora’nın Zamanın Kelimeleri’nde yaptığı gibi: bir toplumun, bir siyasal gövdenin kültürel tıkanmalarını, kendine ve başkalarına söylemek zorunda kaldığı yalanları tarihsel bir temelde kurcalayan bir çalışma.   

Öte yandan bu bağlamda karşılaştırmalı bir yaklaşıma da ihtiyacımız yok mudur? Mesela, Mağrip’te, Fas’ta veya Cezayir’de, resmiyet kendi Arapçasını Maşrık’ınkinden ayırt etmeye (uzaklaştırmaya) çaba gösteriyor. Benzer bir zavallılık İskandinavya’da da cereyan ediyor: büyük ölçüde “ö” sesinin yazımı üzerinden. Aşağıda Slovenler Hırvatlardan, onlar da Sırplardan dilsel olarak sıyrılmaya uğraşıyor (mümkün olmadığını bile bile, çünkü dilin adı yabancı dilde “Serbo-Croat”). Öte yandan, Fransa’da, Britanya’da, Almanya’da, Rusya’da bizimkini veya Hırvatlarınkini andıran bir Ataç’çılık çabası yok. Yeni icat nerede icat edildiyse onun adıyla alıyorlar ve enerjilerini başka yere, mümkünse daha verimli yere aktarıyorlar. Belgrat’ta gördüydüm: priz’in adı priz, golün adı gol, dekonstrüksiyonunki dekonstrüksiyon ve mutfağınki de sadece mutfaktı (bir “Balkan Aydınlanması” yaşamış olanlar, sözcüğün İran’dan ve hatta daha öncesinden, Suğd (Soğdak) vadisinden geldiğini biliyorlardı, Taşkent’in doğusundan).

Benim bildiğim, yakın zamanlara kadar Amerikan basınında bir-iki sağcı yazar vardı, dil eleştirmenliği yapan. İngilizcenin aşırı “Amerikanlaşmasına”, bir “it-kopuk” dili haline gelmesine, lümpenleşmesine karşı durmaya çalışan. Doksanlı yıllar yanlarından hızla geçti, onlar orada kaldılar (bir tanesi ölmüş bile olabilir). Ama yanlış hatırlamıyorsam eğer, bu şahısların ikisi de, mesela bir William Faulkner’in bozuk, dolantılı İngilizcesinin nasıl da bir dilsel “zafer” ânı haline geldiği hakkında bir durup da düşünmüş değildi. Ya da mesela televizyonda The Wire dizisinde “fuck, fuck, fuck!” ünlemlerinin nasıl bir… ne, evet, bir “dışavurumsal” etkinlik kazandığını kaydetmediler. (Birinin adı David Brooks’tu galiba, ikisi de New York Times’da yazıyordu.) Bunun gibi, diyorum, burada NY Times’ı hâlâ izlediğini yazılarından anladığımız Murat Belge de, ki Ağustos Işığı’yla bence en iyi Faulkner çevirmenidir, ilk romanı Tol’u beğendiği Murat Uyurkulak’ın sonraki “it lisanıyla” yazılmış, Hırvat aydınlanmasının da üç adım gerisinde duran iki romanı hakkında ne düşünecektir? Zamanın geçişine, nasıl da geçtiğine ilişkin bir işaret, bir gözlem bölgesi bulabilir miyiz böyle bir karşılaşmada? Bulabiliriz. Ama kayıplar hakkında olacaktır sadece. Geri alınamayacak zaman hakkında.

***

İncitmemek önemlidir, asgari bir zarafet gerektirir. Ama incinmemek çok daha önemlidir, zarafetin ötesinde çok daha işlevsel: biz incinmiş olanlar, bizim incittiklerimiz, ancak incinmenin ötesinde de süregiden bir söyleşi alanında, evet bir polemik zemininde denkleşiriz, ancak o tümsekli ama yine de yatay zeminde kendi önerimizin hakkını arayabiliriz. Çoğu zaman da, bizim önerideki bir gıdım doğruluğun karşı tarafın düşüncesinde içerilip bir “level” yükseltilmiş olmasıyla avunuruz. Avunmak mı dedim? Başka gurur yoktur.

***

Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için belirtmek zorundayım: polemik parlamento değildir, müzakere, uzlaşma ve orta yol değildir. Avrupa Birliği'nin yarı-resmi filozofu Jürgen Habermas ne derse desin, avunusuz kayıpları olacaktır böyle bir sürecin, telafisiz kör noktaları. Ben her zaman çok az şeyi anlamış olarak kendi kabalığımla beraber burada kala kalacağımdır, yanımdan hızla geçip giden süreç de yine her zaman kendi iyi niyetleri, gafletleri ve enerjileriyle beraber yol almaya devam edecek.

Polemiğin kör noktası, dedik, aşılamayacak tümsek, çabaladıkça dağ olduğunu farkettiğimiz. Ya da dipsiz kuyu filan. Çeşitli mutlak, telafisiz olumsuzluk imgeleri. Çok yaşlı olmak, mesela, doksanı aşmış olmak; “autistik” olmak; bizi aynı anda hem zihinsizleştiren hem de gövdesiz bir zihnin pençesinde bırakan bir ağrının (bir fiziksel ağrının) oyuncağı olmak. Primo Levi’nin iğrenerek, acıyarak, düşünmemeye çalışarak anlattığı o “Musselmann”lardan, yaşama çabasından vazgeçmiş Auschwitz sakinlerinden biri olmak. Başka bir deyişle, ilerleyen zamanın, ilerleyen diyalektiğin artığı, cürufu olarak kalmak. Tabii aynı durumun daha az üzücü görüntüleri de vardır, Akif Kurtuluş ile Tanıl Bora’nın bileceği gibi: hem herkesle iyi geçiniyor hem de (Süleyman Demirel’den farklı olarak) hiçbirinin adını hatırlayamıyor veya zaten bilmiyor olmak. Aklınıza Donald Trump gelmesin.

Habermas’a ve meclislere çok haksızlık etmeyelim: polemik o zeminde cereyan eder, ama orada kalırsa adı müzakere olur. Polemik o kör noktaya, benim ancak “anlaşmazlığım payı” diye adlandırabilmiş olduğum zihinsizlik noktasına doğru ilerlerken, ilerleyebilirken bize bir şeyler verebilir. Ama olmaz, çünkü biz de konuşuyoruzdur, söyleşi içindeyizdir, hayata devam edeceğizdir. Henüz doksan üç yaşına gelmemişizdir, daha okuyacağımız bir iki tane daha büyük roman vardır, Dickens’ın Bleak House’u gibi. Ya da Zürih’e gideceğizdir, Isparta’ya.