Oedipus Karmaşası (44): Ego Denen Işıltılı Maske
Erdoğan Özmen

“İnsanın ne sanılabildiği ve ne sanılamadığı, nerede yabancı gibi durduğu önemli.”

                                                                                                                      J. M. Coetzee

                                                          

Her birimiz kendini dünyada özel ve ayrıcalıklı bir yerin sahibi bir varlık olarak görmek ister, biricik ve sevgili. Mutluluk anlarımız böyle başlar, coşkuyla: Ötekinin sarıp sarmalayan sevinçli mevcudiyeti ve parlayan bakışlarıyla (“işte, sensin!” diye seslenen/gösteren anne: mOther) doğrulanan, onaylanan ve tanınan bir varlık olduğumuza şahitlik ede ede, bunun bilgisiyle. Ve bir ömür, daima sabırsız, kabına sığmaz bir beklentiyle, yakıcı bir ümit ve hasretle işte o anlardır, sürüklenip durduğumuz ardı sıra. Sevgiyle kurulan bağ. Sonraki her karşılaşma ve ilişkinin eksik ve fazlalıklarını bize fısıldayacak -ama zaten geriye dönük olarak bizim inşa ettiğimiz- ilk kalıp, ilk ölçü. Değişmez hatırlatıcı: Ruhumuzun derinliklerinde zonklayıp duran gizemli bir artık yüzünden ebediyyen kaybettiğimize inanmaktan gayrısının elimizden gelmediği. İnsanın hakikati çünkü, geçmiş değil gelecekten gelir.

Demek imgesel gestaltın bütünleyici gücü sayesinde “parçalanmış beden”den, düzensiz motor sistemlerden ve eşgüdüm yoksunluğundan ibaret çocuk kendini bütün/tam bir varlık olarak görür ve deneyimler. “Bu Çocuk aynadaki görüntüsünü/imgesini üstlenir, benimser, içselleştirir, kendine mal eder. Egonun ilksel biçimi bu imgedir: Beni yapılandıran özdeşleşme. Nitekim Freud da, “Ego her şeyden önce bedensel bir egodur,” diyecektir. Dahası ruhsal içeriklerin sonradan katılacağı/ekleneceği “bedenin yüzeyi” diye ekleyecektir. Özdeşleştiğim benden farklı bu diğer şey, bu imge, bu yabancı kurgu bir ötekidir. Bu yüzden, “ben bir ötekidir”.

Şu halde ayna evresinin imgesel özdeşleşmesi kurucu ve biçimlendirici olduğu ölçüde yabancılaştırıcıdır da. Demek özne, kendini temsil etmeye ilişkin katettiği en kritik dönemeçte, tam da bu kurucu anda kendinden yabancılaşır. Demek egonun kuruluşunun, “ben” diye çağırdığımız şeyin karşılığında ödediğimiz bedel kendine yabancılaşmadır. “Aynadaki bu imgeyi, veya bu yabancı kurguyu kendime mal ettiğim ölçüde kendime yabancılaşırım.” Her aşamada daima bir bedel ödeyerek, belli türde bir feragatte bulunarak, vazgeçerek, belirli kayıpları üstlenerek adım adım inşa ederiz ruhsal yapımızı. İnsan ruhsallığında feragatin, demek ki kurucu, ilerletici/olgunlaştırıcı bir işlevi vardır. Benzer biçimde, süper-egonun (üst-ben) yapılaşması/kurulması, normal süper-ego işlevlerinin bütünleşmesi için ödediğimiz bedel de, bastırılmış infantil dürtü türevlerinin etkinleşmesi durumlarında bilinçdışı (ve yapısal) olarak suçluluk duyma eğilimi/kapasitemizdir örneğin. Yabancılaşma imgesel özdeşleşme jestinin esası, kurucu unsurudur demek ki. Ego ilişkide, ilişki içinde, ilişki sayesinde var olan/kurulan, “farklı unsurlar arasındaki ilişkiler ağının etkisi olan” bir yapı olduğu ölçüde, temelinde demek ki, aslında kendini yanlış tanıma veya yanlış anlama yatar. Bir de B. Fink’ten dinleyelim:

“O halde ayna imgesi bir ‘serap’, bir ‘çarpıtma’, veya bir ‘kurgu’, yani bebeğin bedenini veya o anki varlığını doğru yansıtmayan bir görüntüdür. Bir bakıma çocuğun bedenini idealize eder: Ona henüz gücünün yetmediği şeyleri yapabileceğini ima eder… Bu temsil veya yeniden üretim, çocuğun tam o anda kim ve ne olduğunu yansıtmaz, daha ziyade kusurları kapatır. Bu anlamda yabancılaştırıcıdır: Çocuğun hemen erişemeyeceği, uzun bir zaman boyunca ancak “asimptotik yaklaşabileceği” bir ideali sürdürmesine sebep olur… Bu imgeden önce deneyimler, herhangi bir çekirdeği veya merkezi olmayan değişken durumlar, duyumlar ve algılamalar silsilesinden ibarettir. Gestalt bir bakıma, bu uçup giden deneyimleri bir yere demirleyen ilk çapadır ve çocuğa birlik hissi verir.”[1]

Demek şimdiki gösterişçilik, teşhircilik halimizi, mevcut işgalci ego-istik çağı, yükselmiş, şişmiş ve bütün sahneyi kaplamak isteyen egolar toplumunu bir de bu açıdan düşünmeliyiz. Hastalıklı bir narsisizmin kibirli, böbürlenen, ötekine yer açmayan tezahürlerinden ziyade, bir acziyetin ifadesi olarak demek ki. Çaresizce bir debelenme halinin temsilleri olarak. En temeldeki mekan, yer-yurt kaybı ve yabancılık/öksüzlük duygusunu, ve özneyi kateden bünyevi birlik/bütünlük/tamlık eksikliğini iyice kanırtan bir parçalanma ve dağılma halini telafi etmeye/onarmaya matuf zavallı bir benlik stratejisi olarak. Kolektif, dayanışmacı ve eşitlikçi bir gelecek ufkunun iyice uzaklaşmış göründüğü bir zaman bu çünkü. Yine Fink:

“Dolayısıyla benin (egonun) temelinde aslında yanlış tanıma veya yanlış anlama yatar. Fransızca meconnaissance kelimesi tam anlamıyla, gerçeklerden kaçan/istek yüklü (wishful) bir yanlış tanımadır, çünkü ideal ben ideal’dir, kendimizi belli bir şekilde görmeyi ve bu şekle uymayan şeyleri görmezden gelmeyi isteriz. Bebekken çevremizde gördüğümüz insanlar gibi bir bütün ve güçlü olduğumuza inanmak isteriz, bu yüzden kendimizi, aynada gördüğümüz o bütün ve güçlü imgeyle eşleştirmeye çalışan gerçek bir libidinal itki vardır.”

Diye yazdıktan sonra, ilgili dipnotta şunları (kimlik ve yabancılaşma bağına da işaret ederek) ekler: “Ben (ego) yabancılaştırıyorsa da, bunun nedeni özneyi yanlış tanıması, yanlış anlaması veya büsbütün gözden kaçırmasıdır. Ben, bir nevi, dünyaya sunulan maske veya yüzdür; sosyal bir benlik (self), sosyal olarak sunulabilecek bir benliktir. Hatta, Wilhelm Reich’ın deyimiyle, bir tür karakter zırhı, yabancılaştıran bir kimliktir.”

Ben olarak bilinen kurgu işte bu nedenle, ayna evresinde oluşan ideal ben (ideal ego) merkezinde yer aldığı için yabancılaştıcıdır. Hatta Lacan işi ben’in “insanın ruhsal bozukluğu” olduğunu söylemeye kadar vardırır: Sorunlu ama gerekli bir kurgudur bu (iki ucu boklu değnektir; durgunluğa ve dirence neden olur ama o olmadan da psikoz ortaya çıkar).[2]                   

Velhasıl, çocuğun ayna evresinde ayna imgesiyle (ebeveynler ve kardeşler de bazı bakımlardan ayna işlevi görür) özdeşleşmesi sonucunda ego oluşur. Eşsiz bir yaratma sürecidir bu. Çocuk bu özdeşleşme hareketi sayesinde, üstelik zamanından önce, “henüz gerçekte başarılmamış bir şeyi o an zihninde yaratmış” olur. Ayna evresindeki söz konusu ilk/temel özdeşleşme, sonraki tüm/ikincil özdeşleşmelerin üzerine ekleneceği bir kaide vazifesi görecektir.            

                                                          

               



[1] B. Fink, Lacan’da Aşk (çev: Elif Okan Gezmiş, Zeynep Oğuz), Kolektif Kitap, 2017, s. 134.

[2] A.g.y., s. 136-137.