Küreselleşme Karşıtlığı: Yeni Bir Bilinçlenme mi?

Dalgalar halinde gelen küreselleşme karşıtı protestolar, küresel politikaları yerinden oynatıyor. Kendi deyişleri ile ‘küresel yönetim kurumları’ ciddi meşrûiyet krizleriyle karşı karşıya. Neo-liberal ideolojinin bir parçası haline getirdikleri siyasî gündemleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. Şahit olduğumuz, kapitalizmi yeniden düzenlemeye yönelik bir geçiş döneminden pek de farklı değil - neo-liberal küreselleşmeden uzaklaşılıyor, fakat neye doğru?

Küreselleşme karşıtı protestoların mantığından bazı ipuçları yakalayabiliyoruz. Yeni modele ait bir dizi parametre var olan protestoların dinamiğinden çıkıyor. Ne var ki, henüz başlangıç aşamalarındayız - şu andaki patlamaların oluşumu yıllar sürdü, bunların siyasî meyveleri ise henüz yeni yeni görülmekte.

Küreselleşme, protestoların doğrudan hedefi ve körükleyicisi. Son yıllarda güç odakları akıl almaz biçimde ‘küreselleşti’. Egemen kültürel güç, küresel medya ve eğlence imparatorlukları ile sürdürülürken, ekonomik güç küresel şirketlerde yoğunlaştı, siyasî idare ise devletler-arası kurumlarca yürütülmeye başlandı. Neo-liberalizm ideolojileri ‘piyasa’yı öncelikli kılma, ‘uluslararası rekabet’ gibi sloganlar altında nüfuz etti.

Bunun sonucu olarak ‘Kuzey’ ile ‘Güney’ arasında zaten var olan uçurum daha da açılmış, fakat aynı zamanda ulus-aşırı bir dizi bölünme de ortaya çıkmıştır. Bunlar coğrafi olmaktan ziyade sosyal olup, neo-liberal küreselleşme karşısında güçsüzleşme ve sahip olunanların yitirilmesi gibi ortak tecrübeleri ifade etmektedirler. Karar verenler, bu kararlardan etkilenen halktan giderek uzaklaşıyor. Gücün kaynağı ile toplandığı yer arasında giderek genişleyen ve gücü elinde tutana büyük nüfuz -ve görülmemiş zenginlik- sağlayan bir uçurum var. Toplumbilimciler daha şimdiden ulus-aşırı bir kapitalist sınıfın yükselişinden söz etmekteler; bu, bir ülkeden diğerine değişimin yön ve hızını belirleyen bir sınıf.

Neo-liberal küreselleşme ‘Kuzeyli’ ve ‘Güneyli’ halk hareketlerini biraraya getirmekle muhalefet için yeni temeller yaratmakta. Bu muhalefet, coğrafi sınırları da aşarak ortak bir Kuzey-Güney direnişinin önünü açıyor. Bu durum, aslında, Kuzey kaynaklı eylemlere ayak uydurmayı da gerektiriyor. Güney’deki politik bilinci, uzun zamandır ister ekonomik, ister politik ister kültürel, emperyalizmin mantığı biçimlendirmişti. Küreselleşme karşıtı eylemlerin son zamanlarda kabaran dalgalarının, öncelikli olarak küresel “Kuzey”den başlaması da son derece dikkat çekicidir. Emperyalizmin ulus-aşırı şekli olarak nitelendirilebilecek küreselleşme, “Kuzey”deki politik dayanışmayı, benzer biçimlerde boyunduruk altında tutulan halklar “için” değil, onlarla “birlikte” üstlenilen bir sorumluluğa dönüştürüyor. Bu anlamda, küreselleşme karşıtlığı, Kuzey ile Güney arasında karşılıklı gündemlerin dile getirilmesi olarak görülebilir.

Günümüzdeki protesto dalgalarını harekete geçiren güç, 1990’ların ortalarında, Bretton Woods’un 15. kuruluş yıldönümü kutlamalarını protesto etmek amacıyla düzenlenen gösteriler sırasında ortaya çıktı. Göstericiler, 1996’daki doğum günü kutlamalarını, yaşamlarına Dünya Bankası gibi kuruluşlarca müdahale edilmiş halkların uyanış kutlamalarına dönüştürdü. Neo-liberal küreselleşmenin en son ve en güçlü organının -Dünya Ticaret Örgütü’nün- faaliyete geçişini kutlayan eğlenceyi dağıttılar. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), 1995’ten beri müzakere etmekte olduğu “Çoktaraflı Yatırım Antlaşması”nı (MAI) 1998’de rafa kaldırmak zorunda kalınca, elde edilen bu ilk somut başarı, protestoların yoğunluğunu arttırdı. Uluslararası Sivil Toplum Örgütlerinin yürüttüğü bir kampanya, ilk kez, neo-liberal bir tasarıyı geri püskürtmeyi başarmıştı.

Kazanılan zaferin coşkusuyla eylemciler, G-8’in Köln’deki toplantısını hedef alacak şekilde, dünya çapında örgütlenen bir dizi eylem düzenledi. 1997-98’deki küresel ekonomik krizin patlak vermesi üzerine -konferans yerini çevreleyerek küresel kapitalizmle dalga geçen bir gösteri düzenleyen- eylemciler, “dünya liderlerinin” şaşaalı gövde gösterisini kahkalarla karşıladılar. Ama bu yalnızca bir başlangıçtı: eylemciler, 1999’da DTÖ’nün önünü kesmek gibi muazzam bir görev üstlenerek saldırılarını sürdürdüler. Hedefleri, daha fazla ekonomik ‘özgürleşme’ vaadiyle müzakere edilen yeni bir taslağın onaylandığı -adı “Millenium Round”olarak geçen- 1999 Seattle toplantısıydı.

OECD gibi DTÖ de tasarılarını kızağa çekmek zorunda kalınca, protestocular savaşı başka cephelere kaydırdılar: Önce Washington ardından Prag’da düzenlenen IMF-Dünya Bankası toplantılarına, Okinawa’daki G-8 toplantısına, önce Davos’ta sonra Melbourne’da gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu (WEF) toplantılarına, Seul’deki AB-ASEAN toplantısına ve Çang-Mai’deki Asya Kalkınma Bankası toplantısına..

Eylem takvimi bir müsabakalar takvimi gibi görünüyor. Haziran 1999’da Köln’de düzenlenen 18 Haziran (J18) protestosundan bu yana eylemlerin kısaltılmış tarihlerle anılması bu izlenimi güçlendiriyor. Oysa ki, “oyun” her ortamda farklı “oynanıyor”. Eylemci grupların kimileri daha zayıf, kimileri öbürlerinden daha angaje ve belki işin en ilginç yanı, her örgütün direniş anlayışı, öbüründen şaşırtıcı derecede farklı. Tartışmalar, küreselleşme karşıtı hareketin kendi bünyesindeki dayanışma ve özerklik konularında oluşan gerilimlerde odaklanıyor. Küreselleşme karşıtlarının uzlaştığı nokta büyük şirketlerin çıkarına işleyen küreselleşmenin dayatmalarına karşı özerklik istemeleridir ama bu özerkliğin ne anlama geldiği konusunda birbirlerinden ayrılırlar.

Özerklik talebi pekâlâ kendi kendini ifade etmeye yönelik bir talep olarak yorumlanabilir. Egotizm, tüketim toplumlarındaki en yayılmacı ve egemen anlayıştır; bu bakımdan küreselleşme karşıtlığının, özellikle de “Kuzey”de öfkeli bir bireycilik içinde ifade edilmesi pek de şaşırtıcı değildir. Bu, vulgarize bir anarşist retoriğe bürünebilir, medyanın şiddet dolu sahneler içeren görüntüler yakalama hırsını doyurmakta kullanılabilir ve (açıkça Prag’da olduğu gibi) ajan provokotörlerce kızıştırılabilir. Böylesi bir tepki “sözde” güç odaklarının da işine gelmektedir; nitekim, Melbourne’daki protestoların aylar öncesi, Eyalet Hükümeti ve pek çok medya şirketi, protestocuları vahşi, ipsiz sapsız bir avuç insan olarak göstermeye çalışmıştı - polisin uyguladığı şiddet ve protestocuların kararlılıkla şiddetten uzak durmaları, onlara yapıştırılmaya çalışılan bu etiketi havada bıraktı.

Daha da iyisi ve önemlisi, özerklik kavramının (çelişkili görünse de) topluluğu ifade eden bir terim olarak yorumlanması. Bu durumda topluluklar, büyük şirketlerin çıkarına işleyen küreselleşme mantığından özerkliğe doğru kulaç atmaya çabalayan, ama aslında self-determinasyon ya da egemenlik gibi ortak bir dürtüyü dile getiren birbirleriyle bağlantılı bir ağ oluşturuyor. Bu noktada, toplu özerkliğin sınırları, yani kimin “içeride” kimin “dışarıda” kalacağını belirleyen sınırlar, hareketin belirleyici niteliği haline geliyor. Sözgelimi, Dünya Ekonomik Forumu’na davet edilen Sivil Toplum Örgütlerinin temsilcileri, gelen daveti kabul ettikleri için kınanmalı mı? Yoksa, konferans yerinin içindeki ve dışındaki küreselleşme karşıtı hareketin sözcüleri olmaya mı ikna edilmeliler? Bu durum, aslında protestocuların davasının Melbourne’da, hem DEF’in düzenlediği bir basın toplantısında hem de protesto alanlarında duyurulmasında çok önemli payı olan Vandana Shiva ile yaşandı.*

En az bunun kadar hattâ daha da önemlisi, hareketin birer parçası olarak tanımlanan topluluklar arasındaki ilişki. Bu topluluklar bir yandan geniş tabanlı bir hareketin bir parçası olup öbür yandan kendi bağımsız gündemlerini nasıl oluşturabilirler? Basit bir deyişle, topluluklardan örülü bir ağın içinde kendi özerkliklerini nasıl koruyabilirler? Buradaki asıl düğüm -birbirlerine saygı duysunlar ya da duymasınlar- toplulukların kimliklerini ve birbirlerinin varlığını karşılıklı olarak tanıma sorunu: harekete katılanlar, kendi özerkliklerinin, bir anlamda, daha geniş bir topluluklar ağının varlığını sürdürebilmesine bağlı ve bağımlı olduğunu belli ölçüde kabullenmek zorundadır. Yani, bir topluluğun özerkliği (dolayısıyla özgürlüğü) öbürlerinin özerkliğini tanımasına bağlıdır - gerçekten egemen bir topluluk bilincinden ancak bu durumda söz edilebilir.

Özerklik ve topluluk bilincine ilişkin bu tartışmalar, pek çok açıdan hiç de yeni değil - 1970’lerde yaygın olarak kullanılan “affinite grubu” kavramı, grupları biraraya getirmek için gerekli olan gevşek bağları ifade etmek için yeniden hayata döndürüldü. Tartışmalar, ortak bir zemin ve yöntem doğrultusunda hareket edebilmek için bu gevşek ağ politikalarındaki ortak noktaların ne ölçüde geliştirilebileceği konusunda yoğunlaşıyor.

Sözgelimi, DEF’in Asya-Pasifik toplantısına tepki olarak gelen Melbourne 11 Eylül (S 11) seferberliği IMF ile Dünya Bankası’na karşı Prag’da gerçekleştirilen 26 Eylül (S 26) seferberliğiyle karşıtlık göstermektedir. Melbourne’da eylemciler ortak bir noktaya gelebilmek için aylarca enine boyuna tartışmışlar, ve eylem, net bir strateji, yoğun iletişim kanalları ve ablukaları örgütleyecek eğitimli öncülerle gerçekleştirilmiştir. Protestoda, konferans alanına açılan kapıları çevreleyen, farklı toplumsal hareketlerin bünyesinde örgütlenmiş bazı “affinite grupları” da göze çarpıyordu.

Prag’da ise, özellikle şiddete yönelmeyen eylemciler ile şiddet yanlısı anarşistler arasında hiçbir ortak zemin bulunamadı, aralarındaki planlama yok denecek kadar azdı; eylem, iletişim kanallarından yoksundu. Protestocular, katılımcıların göze aldıkları risk oranına göre üç gruba ayrılmıştı ve bu gruplar eylem süresince birbirlerinden kopuk hareket ettiler. Aynı grubun içinde sağlanabilen iletişim bile en alt düzeydeydi çünkü farklı farklı ekiplerin konuşmalarını çevirebilmek ve belli bir karara varabilmek için yeterli çevirmen yoktu. Bunların sonucunda, polis için, Prag’daki kalabalığı dağıtmak öbür eylemlere göre çok daha kolay oldu; protestocuların çok başarılı bir direniş sergiledikleri 11 Eylül (S 11) eyleminde ise durum bunun tam tersiydi.

Dayanışma sorunu, Kuzey-Güney gündemlerini oluşturma süreci açısından çok önemli. Kuzey’deki küreselleşme karşıtlarının güneydeki yandaşlarıyla doğrudan bağlantı kurmaları zorunlu hale geldi. Seattle’da kazanılan nüfuz büyük oranda bu bağlantıdan kaynaklanıyordu, söz gelimi Sivil Toplum Örgütleri, sorunları gündeme getirip tartışma çıkmasına yardım ettiği halde, “Millenium Round”un yatışmasını sağlayan asıl topluluk, yetmiş adet Güney hükümetiydi.

Kuzey-Güney bütünleşmesi ister istemez diyalojiktir - küresel sınırları aşan bir dayanışma kendiliğinden gerçekleşemez. Öncelikler ve değişim sürecine ilişkin diyalog elzemdir -çatışan hedeflerin peşinde koşmanın, böl ve yönet modeli için fırsatlar öne sürmenin tehlikeleri ise gün gibi ortada. Üzerinde çalışılacak pek çok konu var - serbest piyasaya, neo-liberal küreselleşmeye ilişkin dile getirilen ortak eleştiriler diyalog için çeşitli seçenekler sunuyor. Farklı bağlamların ve önceliklerin olduğu gerçeği karşılıklı olarak kabul edilirse, bu ulus-aşırı dayanışma ve diyalog, kurulmakta olan ulus-aşırı güç bloklarına karşı topluca bir tepki oluşturabilme potansiyeli taşımaktadır. Kuzey çıkışlı bir topluluk olan “Reclaim the Streets” (Sokaklarımızı Yeniden Ele Geçirelim) topluluğunun dediği gibi “Direnişimiz sermaye kadar ulus-aşırı olmalıdır.”

Australian Options, Mart 2001

(*) James Goodman Çoktaraflı Yatırım Antlaşması’na (MAI) karşı düzenlenen kampanyada etkin rol oynamıştır; toplumsal hareketler ve küreselleşme üzerine yazıları vardır. Anette Maguire, DEF’ye karşı 11 Eylül (S11) Sidney-Melbourne protestosunun örgütlenmesinde etkinlik göstermiş ve IMF ile Dünya Bankası’na karşı Prag’da gerçekleştirilen Eylül 26 (S26) eylemine katılmıştır. WEB: www.protglob.hss.edu.au

(*) Shiva, tarımsal haklar, gen teknolojisine dayalı patent cinsi eşitsizlik yaratıcı olguları eleştiren Hintli bir aktivist.