Topluma Güvenmek
Tanıl Bora

HDP eş genel başkanı Mithat Sancar, bayram sıralarında birkaç söyleşisinde yeni bir çözüm süreci ihtimalinden (veya faraziyesinden) konuşulurken, ısrarla topluma güvenmekten vazgeçmediğini söyledi. Onca pervasız tahrik ve düşmanlaştırma gayretine rağmen, en azından o gayretin şiddetine nazaran, toplumun sağduyusunu koruduğu kanısındaydı.

***

İktidarın eline geçirdiğini üzerine fırlattığı, toplumun büyük kısmının da bu vaziyeti kayıtsızca izlediği (hatta büyükçe bir kısmının tasvip ettiği) bir partinin temsilcisinin, toplumun sağduyusuna güvenmekten bahsetmesi, şaşırtabilir insanı.

Hele, bir hayli zamandır haklı olarak toplumun toplum olma vasfını kaybettiğini konuştuğumuzu düşünürsek… Kolayca linç güruhuna dönüşme istidadının yaygınlığı… Yurttaşlık ahlâkının alabildiğine kıtlaşması… Biz’lik referansını bir cemaatten, bir kimlikten öte, ortak yaşama sorumluluğundan alan aidiyet ve sorumluluk davranışının köküne kıran girmesi… Toplum olma vasfının zayıflığının güçlü emareleri, bunlar. Bir nüfusun millet, halk, cumhur (vatandaş toplumu), toplum yüzleri veya ‘halleri’ varsa, toplum olma hali, nüfusun pek az yaşam belirtisi gösteren yüzüdür. Toplumdan bahis açılınca söz çok geçmeden “mahallelere” geliyor, değil mi? Kısacası nüfusun toplum olmaya olan sosyal mesafesi epeydir hayli açık!

***

O zaman, topluma güvenmek, hüsnü zan mıdır? Toplumun güvenilirliğini, güvenilmezliğini biraz daha konuşalım.

***

Topluma, toplumun sağduyusuna güvenme jesti, sağ siyasetin temel aletlerinden biri. Sağ siyaset, zaten gücünü toplumun siyaset-öncesi “doğal” halini, cevherini temsil etme iddiasından alır. Siyaseti esasen temsil olarak görmesiyle de uyumlu… Bu siyaset ilmihâli, toplumu “sessiz çoğunluk” olarak görür. “Sessiz çoğunluk” miti, hem toplumu sessiz tutmaya (en azından gürültücü olmaktan men etmeye) yarar, hem de sağın onun adına konuşma yetkisinin teyididir. Güvendiği, toplumdan ziyade o sessizliktir aslında. Sağın toplumun sağduyusuna ilişkin iyimserliği, orta sınıfın ılımlı, işine bakan, oluruna bakan konformist tutumundan da güç alır. Muhalefetini, hoşnutsuzluğunu da bir konformizm içinde gösteren, yahut, hiç göstermeden evinde besleyen büyüten bir tutumdur bu. Zaten galiba orta sınıf diye bir sınıfı da bulacağınız adres, sosyo-ekonomik göstergelerden öte, o idare-i maslahatçılıktır! Sağ siyaset, bu “sinsi” sağduyuya hitap ederek, onunla birbirine göz kırparak, onunla simbiyoz halinde yol alır. Son olarak Deva Partisi, özeleştiri yapmıyor, örtülü konuşuyor diye kızılan üslûbuyla, o yolun kaptanı gibi davranıyor.

***

Sağın solu büyük bir zevkle “toplumu tanımamakla” itham etmesindeki hile, işte burada. Sol siyaseti ayırt eden tutum, toplumu değiştirmek gibi bir endişesinin olması. Toplumun mevcut durumuyla, -veya daha beteri: toplumun toplum vasfını yitirmiş olmasıyla-, barışık olmaması, halihazırın suyuna gitmemesi. “Toplumu tanımama” kusurunun büyükçe bir paydası bunda değil mi?

Demokratik bir solun, üstelik, toplumu değiştirme muradını toplumsal bir eylemle gerçekleştirmek gibi bir derdi var, olmalı; toplumu, kendi de dönüşerek, etkileşim içinde değiştirmek gibi bir derdi olmalı. Toplumun, seçimlerden, anketlerden ve sosyal medyadan başka da bir varoluş belirtisi kazanması gibi bir derdi olmalı.

***

Peki, toplumun toplum olma vasfına dair, güvenebilecek kaynaklara bakarken, aktif kaynaklar - pasif kaynaklar gibi bir ayrım yapabilir miyiz? Aktif kaynaklarla, örgütlü, açık muhalefet ve siyasal eylemi; pasif kaynaklarla, daha ziyade iktidara destek vermekten imtina etmekte, hoşnutsuzlukta tezahür eden görünmez muhalefeti kastediyorum. Veya, pozitif barış - negatif barış terminolojisinden[1] uyarlayarak, toplumsal sağduyunun pozitifini ve negatifini ayırt edebiliriz. Pozitifi, toplum olma halini medeni cesaret ve yurttaş bilinciyle ortaya koyan sağduyudur; negatifi ise, linç çağrısına kapılmayan, kötülüğün çılgın kaydırağından kaymayan, ‘beterinden saklayan’ sağduyu.

***

Güvenilebilecek bir toplumsal’ın pasif ve negatif kaynaklarıyla, sözü siyaset antropologu James C. Scott’un dikkatlerine getiriyorum.[2] Scott, “demokratik toplumlarda yaşayanların anlayamayacağı, açık ve örgütlü olmayan direniş pratikleri”ne dikkat eder. Madûnların pankart açıp slogan atmadan, hatta kendilerini belli etmeden, ayak sürüyerek, kaytararak, alaya alarak yürüttükleri “mikro-siyaset” veya “alt-siyasete” bakar. Ona göre, toplumların değişme kapasitesini anlamak için muhakkak oralara da bakmak gerekir.

Sağın güvendiği ‘sinsi’ sağduyunun sol mercekle bulunabilecek mütekabiline bakıyoruz yani! “Doktor”un “kelbî” diye tabir ettiği sinik tavrın aşağıdakilerdeki, yönetilenlerdeki kaynaklarına…

Hem Doğu Akdeniz toplumlarının tarihsel sosyolojisiyle bakarak görebileceklerimizi… Hem Türk-(Fars-)İslâm devlet geleneği altında yaşayagelen halkların yönetilme ve idare edenleri idare etme törelerini, daha fazla merak etmemiz gerekmez mi? Devlet aklının, hikmet-i hükümet’in karşısındaki popüler aklı ve hikmeti daha fazla merak etmemiz gerekmez mi? Çarıklı erkân-ı harplerin, gayrı resmî âkıl insanların sözcüsü olabildiği, her zaman göründüğü kadar mütevekkil olmayan bir gelenekten söz ediyorum… Türkiye’de sosyal teorinin de solun da fazla bakmadığı bir âlem… “Doktor”un (Hikmet Kıvılcımlı) yanısıra, Mustafa Akdağ’ın çalışmalarında o kaynakların ipuçlarını görebiliriz. İdris Küçükömer’in huzursuzluklarında görebiliriz. Mahir Çayan’ın en dayanıklı kavramı olduğunu düşündüğüm “sun’i denge”nin, kolayca geçiştirilen bir veçhesi de bu kaynaklara işaret eder aslında. Son yıllarında kapıldığı milliyetçi-popülist hamasetten evvel, Kemal Tahir’de o “kelbî” halk sağduyusunun, kara kamunun “Osmanlı”ya karşı tetik dururken kendi “gizli senaryolarını” çevirme istidadının etkileyici bir görüsü vardır.[3]

Yanlış anlaşılmasın, çağıl çağıl ve pırıl pırıl bir kaynaktan söz etmiyoruz. Toplumun hem toplum olma vasfından uzaklaşmasında ona kolaylık sağlayan, hem o vasfı kazanacaksa yüzleşilmesi şart olan kaynaklardan söz ediyoruz. “Toplumun sağduyusu” deyince, hesaba katılması gereken kaynaklardan. Bir bakıma, işlenmemiş bir hammaddeden. Sol siyasal aklın ve siyasal faaliyetin, -belirli tarihsel anlar dışında-, sosyal mesafesinin fazlasıyla açık olduğu kaynaklardan.

***

Mithat Sancar’ın her şeye, her şeye, her şeye rağmen topluma güvenme ısrarı, bir yandan bunları düşündürttü. Bir yandan, Çözüm Süreci’nin muhasebesini yaparken, toplumun dahli (“toplumu katma”) konusunu ihmal etmeme gereğini hatırlattı.[4]

Bir de, (yine!) bir Süleyman Demirel sözünü hatırlattı: “Biz milletten usanmış insanlar değiliz.” 16 Haziran 1965’te söylemiş bunu, Adalet Partisi’nin henüz yeni genel başkanı olmuşken, parti henüz kendini kanıtlamamış (Ekim’de tek başına iktidar olacak), tepkilere uğrarken, “milletin teveccühüne” mazhariyeti tam belli değilken… Milletin, -ki bu bağlamda “toplum” diye de okuyabilirsiniz-, tercihi, tavrı, tepkisi veya tepkisizliğiyle ilgili kuşkular, belki de hoşnutsuzluklar söz konusuyken, yani belli ki usandırabilecek bir şeyler varken “milletten usanmış değiliz” demek, esasen siyaset iradesinin ifadesi. Biz yine de uğraşmaya devam ederiz, diyor basitçe. Siyasetin, illâ çare bulmak üzere uğraşmak olduğunu hatırlatıyor.

Toplum olma vasfı eprimiş bir topluma güvendiğini söylemek, elbette bir telkin niyetini de yansıtır. Herhalde, topluma bağışıklanarak, onun toplum olma halini sağaltma niyetini yansıtır. Ama, tekrarla, önce siyaset iradesini yansıtır.


[1] Johann Galtung’un kavramlaştırmasını hatırlayalım: Negatif barış, savaş ve açık çatışma olmaması halidir, şeklen barış vardır ama yapısal şiddet sürüyordur. Pozitif barış, yapısal şiddetin adaletli bir düzen içinde tasfiye edildiği veya çok azaltıldığı, barışın içselleştirildiği bir haldir.

[2]  Tahakküm ve Direniş Sanatları (Çev. Alev Türker, Ayrıntı 2018), Scott’un burada konuştuğumuz ‘siyaset felsefesini’ temellendirdiği klasik eseridir. Toplum Gibi Görmek’te, (Çev. Soner Torlak. Zoom Kitap, 2016) yakın zamanlarda yaptığı mülakatları okuyabilirsiniz.

[3] Bu ‘halk kaynağının’ pek ümit vermeyen bir yüzüne daha önce değinmiştim: “Kemal Tahir’de ‘halk’ın ‘karanlık'’ yüzü: ‘Düşene de vurmayınca... Kime vuracaksın bu dünyada!’”, Birikim sayı 354 (Ekim 2018), s. 32-38.

[4] Bunu daha önce de konuşmuştuk: https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9847/bir-surec-vardi